24 Aralık 2009 Perşembe

ANNEN KAPIDA BİZİ BEKLİYOR OLACAKTI...

Zeynep yirmi yedi yaşında bir avukat. Şu an İran’da cezaevinde. Özgürlük düşlerinin peşinden gittiği için bir idam hükümlüsü. Belki de sizler bu yazıyı okuduğunuzda o aramızda olamayacakElimizde Zeynep’in hangi şartlarda yazdığını ve gönderdiğini bilmediğimiz birkaç satırlık bir mektubu var. Mektubunda “Beni savunacak bir avukatım bile yok” diyor. O bir avukat ama şimdi onu orada savunacak bir avukatı yok. Olsa dahi savunabilir mi, onu da bilmiyoruz. Devrim mahkemesi 14 Ocak 2009 tarihinde idam kararı verirken mahkeme hâkimi; “Sen Allah’ın düşmanısın. Çok yakında tüm Allah düşmanları gibi idam edileceksin” demiş. Zeynep ne yaptı da Allah’ın düşmanı oldu? Zeynep, Mako nüfusuna kayıtlı bir İran Kürdü. O İran’da yok sayılan ve hakları gasp edilen halkını savundu. Bu hakları elde etmek için mücadele etti. Mücadele ederken 2008 yılında Kirmanşan kentinde tutuklandı. Ve şimdi bir şeriat ülkesinde devrim mahkemesi tarafından sözde bir yargılama ile idama mahkûm edildi. Sanandaj Cezaevi’ndeki bir hücrede asılmayı bekliyor. Allah’ı savunmak gibi bir görev üstlenmiş bir iktidarın idam hükümlüsü. O Allah ki can almayı kullarına yasaklamış diyorlar. O Allah ki her şeye kadir diyorlar… Ve işte o Allah’ın ‘bekçiliğine’ soyunmuş İran mahkemesi Zeynep’i asacak. Zeynep’in ailesi, tutuklandığından beri kızlarını göremiyorlar. Zeynep: “Ben annem ve ailemden hatır istemek için hâkimden izin istedim. Hâkim ise bana ‘kapa çeneni’ diyerek isteğimi reddetti” diyor. Bunları 26 Kasım 2009 tarihli o birkaç satırlık mektubundan öğrenebildik. Mahkemeden istediği tek arzusu reddedilmiş. Annesini görememiş, görmesine izin verilmemiş. Zeynep’in mektubunu okuyunca ağlamak istedim, öyle hıçkıra hıçkıra. Hani bazen bir acı öyle oturur ki içinize benimkine öyle oturdu. Her çaresiz insan gibi kendimi hayallere vuruyorum. Bir gece vakti, elinden tutup seni alsaydım hücrenden. Hüzünlerden uzak seninle sokağa atsaydık kendimizi. Hücrende asılı bıraktığımız ceketinin sol yanına bütün hüzünleri ve kirleri bıraksaydık. Her oyun sonrası evin yolunu izleyen, çocukken bıraktığın ayak izlerini bulsaydık. Annen kapıda bizi bekliyor olacaktı. Sonra bütün o ayak izlerini silseydik. Hücrende bıraktığımız ceketinin cebindeki kirler ve hüzünler kilitli kalsaydı orada. Ama sen hala hücrendesin ve seni alıp annene götüremiyorum… Kilitli hücrene uzanabilseydim eğer annenin dokunamadığı yüzüne sürecektim yüzümü. Kaç aydır yıkanamayan yüzünü yüzümle yıkayacaktım. Annen gibi öpecektim, annen gibi kucaklayacaktım, annen gibi koklayacaktım. Belki sürmekten kanayacaktı yüzün, belki sarılmaktan nefessiz kalacaktın ve acıtacaktım seni. Arzu ettiğin görüşme gerçekleşecekti. Ben yağan yağmur kadar ağlayacaktım ipinceden. Sen gülecektin. Ne ben ağlayabildim ne de sen gülebildin oysa… Farzad Kmanfar’In yüreğİSen çıksaydın gecenin karasından bir ay gibi. Şimdi her gece pencereden yüzüne bakıyor olacaktım.Sonunda idam ipinin olduğu her gün ben üşüyor olacağım. Kendimi sokaklara salamayacağım. Keşke siyah saçlarında ben asılı kalsam ve idam ipi hiç boynuna geçmeseydi.Farzad Kmanfar da Zeynep gibi İran rejimi tarafından yargılandı ve idama mahkûm edildikten sonra asıldı. Şubat 2008 tarihinde İran’da idam edilen öğretmen Farzad Kmanfar idam edilmeden önce şöyle yazıyor bir mektubunda: “İşkence görmüş bir neslin son kişisi olacağımı umarak, yoluma çıkan bütün aşağılama, hakaret ve zulmü kalbimde kucaklarım (…) ve kalbimin, ondaki bütün sevgi ve tutkuyla birlikte bir çocuğa bağışlanmasına izin verin. Nerede olacağı fark etmez; Karon banklarında, Sabalaan Dağı yamaçlarında, doğu Sahara kenarlarında ve ya Zağros Dağları’nda; güneşin doğuşunu seyreden bir çocuk. Tek istediğim isyankâr, kıpır kıpır kalbimin, benden daha isyankârca kendi çocukluk arzularını aya ve yıldızlara ifşa edecek ve onlara sonradan bir yetişkin olarak ihanet etmeyeceğine dair onları tanık tutacak bir çocuğun göğsünde atmasına devam etmesidir. Hangi dili konuşuyor olursa olsun, kalbimin bir başkasının göğsünde atmasına izin verin.” Farzad Kmanfar’ın yüreği şimdi sende atıyor. Sen de Kmanfar gibi bütün aşağılama, hakaret ve zulmü kalbinde kucakladın. Şimdi Kmanfar’ın sende atan kalbi Amed burçlarında, Süleymaniye sokaklarında, Zağros Dağları’nda çocukların sesinde yaşıyor.Kmanfar’ın arzusu yaşasın ve kalbi atmaya devam etsin.Bunun için hepimize biraz çaba düşüyor. İdamların durdurulması için aşağıdaki adrese siz de bir imza atın!
HALİL SAVDA (*)*) Vicdani Retçi idamla.mucadele.insiyatifi@gmail.com

19 Aralık 2009 Cumartesi

HASAN-I BASRİ

Hastalar giderek ederler dua
İyileşip gelir Hasan Basri'den
Cüher alıp şifa katarlar suya
Canlar uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Turnalar gelirken Urum Elinden
Bülbülün derdi var gonca gülünden
Güvercin donunda Haca Bektaş'tan
Kuşlar uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Kurbanlar kesilip lokma yapılır
Kafir Müslüman demez ona inanır
Erenler olduğu için tapılır
Dostlar uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Nevzat Hasan Basri sırrına erdi
Sır olan kırkların Cemine gerdi
Piri Şahı Merdan Ali'yi gördü
Erler uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Nevazat ÖZDEMİR /Malatya

14 Aralık 2009 Pazartesi

10 MUHARREM'İN (AŞÜRA)TARİHTEKİ ANLAMI





10 Muharem'in (Âşûrâ) Tarihteki Anlamı
Rıza AYDIN
“Allah bana haber verse
Yezid’de suç yoktur dese
Ben böyle istedim dese
Ona lahnet ona lahnet” Feyzullah ÇINAR-
Bana lahnet. Kalan Müzik arşiv serisi Anadolu’da Kızılbaş – Alevi diye adlandırılan toplumlarca, Muharrem ayının ilk 12 günü yas-ı matem günleridir; bu on iki gün boyunca cem olup (bir araya gelip) muhabbet eden canlar Hüseyin'in Kerbela’daki direncini, Yezit’in bunlara yaptığı vahşeti anarak bu vesile ile tarihsel bilinçlerini tazelerler.
Bizim yörede, çeşitli zamanlarda çeşitli amaçlar için cem yapılır(dı). Bunlara yapılış amaçlarına uygun adlar verilirdi ya da verilirmiş. Bunlar; Abdal Musa Cemi, Hızır Cemi, Adak Cemi, Görgü Cemi, Aşura Cemi ile Muhabbet Cemleri dir.
Her yıl, zamanı gelince mutlaka olan cemler, Abdal Musa Cemi ile Hızır Cemi dir; bunlar her yıl yaklaşık olarak aynı mevsimde yapılırdı. Hızır Cemi kışın bitip, karların kalkmasının istendiği sıralarda yapılırdı, bu cemde kurban edilmez, mihmanlara çörek-börek ikram edilir, birde Gavut Topu yapılırdı, cemde garba yelinin esmesi için dualar edilirdi; buna Gavut Cemi de dediğimiz olurdu. “Garba Yeli” esince karları eriten bir yeldi. Mevsimi gelince bu yelin eseceği sırada Hıdır Ellez Cemi olur gavut yoğrulurdu. Abdal Musa Cemi Kış ayına denk gelirdi.
Bunun dışında görgü olup (görülüp) yola girecek kişiler için Görgü Cemi yapılır, düşkünler, dargınlar burada görülürdü, buda ihtiyaca göre yapılırdı. Adak kurbanları da böyle ihtiyaca göre adak adayan kişinin isteğine göre yapılırdı. “İhtiyaç hasıl oldukça” yapılan birde Muhabbet Cemleri, muhabbet için yapılan toplantılar vardı. Muhabbet erbabı bir aşığın ya da bir dedenin mihman olarak geldiğinde, onunla konuşmak için köylü toplanıp cem olurdu. Böylesi bir konuk geldiğinde, o konuğun bir konak evi, yani misafir kaldığı bir evi olurdu, o mihman, konuk olduğu o hanede kalırdı ama o konuğu her hane evine davet ederek, bir muhabbet sofrası kurar o mihman vesilesiyle köylüyü toplayarak (Cem olup) birlikte yemek yenir muhabbetler edilirdi. Öyle konuklar olurdu ki geldikleri köyde bir ay, iki ay, bazen daha da fazla o köyde kalır, bu süre içinde de her hanede bir gün muhabbet ceminin olmasına vesile olurdu. Bu muhabbet cemleri de -babamın tabiriyle söylersem - “ihtiyaç hâsıl oldukça olurdu.”
Bugün geriye baktığımda, bu Muhabbet Cemleri sayesinde Nesimi'nin “Gerçek aslımız sorarsan /biz muhabbetten geliriz / Kabdan kaba süzülerek aşk ile hasıl oluruz” dediği gibi, bu kültürün, yöreden yöreye, kuşaktan kuşağa süzüle süzüle yetkinleşerek bu günlere gelmesi sağlanmış diyorum. Bu muhabbet cemleri bize oturmamızı, kalkmamızı, söze nasıl kadir olunup nasıl konuşmamız gerektiğini, bir kişinin gönlünün nasıl alınacağını, yememizi, içmemizi, gelen bir dostu – mihmanı nasıl ağırlamamız gerektiğini bize gösterirdi; kısacası bunlar farkında olunmadan geleneğin gücüyle yaşamın içinde bizlere öğretilirdi. Burada destursuz yenilip içilmez, destursuz konuşulmazdı, oturmadan kalkmaya her işin bir adabı vardı. Bir ozanımız “Aşığın derdi çok amma / Sırrın ishar eylemez / Söylemesi terki edep / Çünkü destur olmadan” dediği gibi, bu cemlerde insana dair - Aleviliğe dair aklınıza gelebilecek her şey muhabbete konu olur, usulünce üzerinde muhabbetler edilip tartışılırdı.
Muhabbette sınır yoktu. Öyle olurdu ki bu muhabbetlerde aşığın söylediği deyişin bir sözü konuşulur, burada murat edilenin ne olduğu, hatta bunun şöyle dense daha uygun olmaz mıydı? diye o deyiş üzerine iyileştirmeler onarmalar yapılırdı. Bu yüzden deyişlerimiz bu tarihsel yolculuğumuz sırasında her geçen gün olgunlaşarak bu günlere gelmişlerdir. Anadolu’da oluşan bu kültürel söylem birliğinin, ortak dilin oluşmasında, ortaklaştığımız bu duyguların gelişmesinde bu muhabbet cemlerimizin, bu muhabbet cemlerinde bulunan gezici ozanların, Dedelerin büyük katkısı olmuştur. Tekkelerde, ocaklarda yetkinleşen muhabbet erbabı Dedeler - Âşıklar buradan aldıkları ışığı bütün cem-i cümle yaymak için, bu muhabbetin asaletini yeniden bu âleme hakim kılmak için “baş açık ayak yalın” diyardan diyara dolaşarak bu kültür elçiliğini, bu kültürün taşınmasını hakkıyla yerine getirmişlerdir. İrşad edilen kişinin işi, aldığı o ışığı başka bir cana da yayıp onu da irşad etmesidir. Bunu yapmak için o kişi, ruhunun bütün güzelliklerinden yararlanarak onu ortaya koyardı; güzel - güzel konuşur, bunun için sazlardan, semahlardan, ozanların dizelerinden, bu yolun yolcusu olup bu topluma malolmuş bu yolla ismi özdeşleşmiş kişilerin sözlerinden yararlanırdı. Örneğin, Emlek bölgesinin Kızılbaş köylerinde muhabbet cemlerinde bulunan bu muhabbet erbabı kişiler dedeler- âşıklar buradan kalkıp Kaz dağlarındaki Kızılbaş köylerine de konuk olur buralardan topladığı bilgiyi, görgüyü dili, edebiyatı oralara da taşırlardı. Alevilerdeki bu ortak duyuşun düşünüşün nedeni budur. Bu yüzden, Nesimi o dizelerinde dile getirdiği hakikatten dolayı yerden göğe kadar haklıdır. Bizim gerçek aslımızı sorup merak edenler olursa, işte bu muhabbetlere baksınlar; her şey burada gizli.
Muharrem yası matemi her yıl değişik zamanlarda olurdu ama mutlaka yapılırdı. Bu ayda yapılan muhabbetlerin ağırlıklı konusu Muharrem ÂŞÛRÂ olayıydı. Şehirlerde demokratik Alevi hareketini oluşturan dernekler süreci başladığından bu yana bu Muharrem Sohbetlerini derneklerimizde ya da derneklerimizin düzenlediği ev ortamlarımızda yapıyoruz. Bu muhabbetlerimizde, insanlığa ait, bizlere ait her şey gündeme gelip üzerine muhabbet edilse de ağırlıklı gündem konumuz Âşûra oluyor. Burada maksat Hüseyin’i anlamak, bunun için empati (duygudaşlık) yaparak onu hissetmektir. Bunun için O’nun gibi aç susuz kalınır. Bu asla Ramazan orucuyla karıştırılmamalıdır. Bu klasik bir oruç değildir, Nesimi’nin “biz bir oruç tutarız ramazana benzemez” dediği gibi bu ona hiç mi hiç benzemez. Burada önemli olan Hüseyin'i hissetmek, O’nun gibi aç susuz kalıp onun gibi haksızın, arsızın karşısında eğilmemeyi bükülmemeyi haksıza boyun eğmemeyi öğrenmektir. Hüseyni direnişin özü budur. Kızılbaş, Hüseyin gibi tek başına olup darda kaldığı zaman Hüseyni düşünür, aklına Pir Sultan gelir. O güçsüzde olsa, esirde düşse, ipe de çekilse doğru yolundan sapmaz, haksızın karşısında eğilmez, bükülmez onuruyla yaşamak için gerekirse canını yoluna koyar; Hüseyin’den Pir Sultan'a, Pir Sultan'dan Nesimi'ye, Nesimi'den Seyit Rıza’ya, Seyit Rıza'dan Hüseyin İnan'a; ondan ona, ondan buna, onlardan da günümüzün Kızılbaşlarına uzanan onurlu çizginin özü budur. Bu yüzden Pir Sultan “Şimdi bizim aramıza / Yola boyun veren gelsin / Sevdasıyla dalgasıyla hakikati bilen gelsin / Kişi halden anlayınca Hakikati dinleyince / Üstüne yol uğrayınca ayrılmayıp duran gelsin / Pir Sultanım Çelebiye / Eyvallahım var Veliye / Yoldaşına yol diliyle / Yolun sırrın soran gelsin” diyor. Bu muhabbet cemlerinde işlenilen öz budur.
Muharrem ayı boyunca, ele bıçak alınmaz, bir canlının canı incitilmez, su içilmez. O ayda köylünün bir malı hastalansa onu kesmez ölürse mundar ölür, ağaç bile budanmaz.
Aşura, Muharrem ayının onuncu günü demek, Aşur Arap dilinde on, onuncu demek; bu deyim, bu söyleniş buradan geliyor. Bizim 12 Eylül, 12 Mart dediğimiz gibi, o gün onlarda yaşanılan bu olayı anmak için bu adı verilmişler, kısaca Âşûrâ ONUNCU GÜN demişler. Peki, ne olmuş bu Muharremin onuncu gününde. Şu olmuş: aynı zamanda Sünnilerin Halifesi de olan, bu göreve yani Emevi Tahtına babası Muaviye’den sonra gecen Halife Yezit (Yani 6. Halife) iktidarının önünde bir engel olarak gördüğü Hz. Muhammed’in torunu, İmam Ali ile Fatima’nın oğlu İmam Hüseyin'in kellesini Kerbela’da kestirmiş. Hüseyin'in kellesini bir sancağa takarak Kerbela’dan Başkentleri olan Şam’a götürüp, Şam sokaklarında Hüseyin'in kellesiyle top oynar gibi oynayıp eğlenmişler. Bu zihniyetin sonunda Hüseyin'in kesik başı Halife Yezid'in sarayına getirilip bir tepsi içinde Halifelik makamında oturan Yezid’e sunulmuş. Orada “Elerindeki değnekle Hüseyin'in dişlerine vurduklarını, sonrada Halife’nin şu şiiri söylediği” bilinir: “Keşke Bedir'de bulunan büyüklerim sağ olsalardı da bu hâli görselerdi ve sonra da bana, sevinerek, elin vâr olsun diye seslenselerdi. Toplumun ulularını öldürdük, toplumun öcünü aldık; Hâşimoğulları saltanatla oynadılar; yoksa ne gelen bir haber var, ne inen bir vahiy. Bende anamın oğlu olmayayım Ahmed oğullarından yaptıkları işlerin öcünü almazsam.” Halife Yezid'in önderliğindeki Emeviler bunu bir zafer olarak görüp, o günü bayram günü ilan ederek, bu günü her yıl bayram diye kutlamışlar. İşte bu vahşetin yaşandığı gün, Muharrem ayının onuncu günüymüş; on muharrem yani âşûrâ tabiri oradan kalmış; bu olayın yaşandığı tarihi zaman dilimi ise; İsa’nın doğumundan 680 yıl, Muhammed’in Mekke’den Medine'ye göçmesinden 61 yıl sonrasıdır. Bu tarihi, bugünkü kullandığımız güneş yılı ile anlamak ya da öyle kavramak istersek bu vahşet İsa’nın Doğumundan sonra 680 yıl sonra 18 Ekim’de yaşanmış. Araplar ay takvimi kullanırlar, Kameri denilen bu ay takviminde bir yıl 354 gün olduğundan dolayı bu ay her yıl 11 gün önce gelir; yani Hicri de denilen Kameri ay takvimine göre hesaplanan Âşûrâ - On Muharrem günü bu yüzden her yılın değişik zaman dilimlerinde gelmektedir.
Bir ara, Hüseyin'in anılmasını, her yıl onun tam olarak şehit edildiği 18 Ekim de yapalım diye önerilmişti; ama bu öneri sonraları gündemden düştü. Niye gündemden düştü onu bilmiyorum. Sanırım gelenekleşmiş anlayıştan kopulamadı. Bu konu ilerde belki yine gündeme gelip tartışılır, biz burada kafamızdaki şu bilmeceyi (sorunu) söylemden geçmeyelim: Tarih kayıtları tutulurken, İncil miladi denilen takvimi esas alarak tarihi belirliyor, Kur’an’a –eskiden beri Arapların kullandığı- kameri denilen ay takvimini esas alarak tarihlerini belirliyor bunlar açık ama, Allah’ın esas aldığı takvimin nasıl bir şey olduğunu yâ da bunlardan hangisine bağlı kaldığını henüz bilmiyoruz; en azından benim ciddi kuşkularım var.
Bu önemli olayı bu olaydan sonra Emevi devletinin resmi güçleri ile buna karşı olanlarca kendi çıkarlarına, kendi duyuş kendi düşünüş şekillerine göre, yani onların kendi anlayışlarına, kendi kavrayışlarına uygun olarak anılmış. Bu iki kutbun bu olaya nasıl görüp bunu nasıl andığına kısaca bakalım:
Bu olay, Emevi Hükümdarı olan 6. Halife Yezit ile onun taraftarları tarafından hayırlı bir olay olarak anılıp, Âşûrâ günü bayram günü olarak ilan edilmiş. Çünkü bu olayla Yezit’in Emevi imparatorluğunu kurmasının önünde hiçbir engel kalmamış, Yezid'in dolayısıyla da Emevi iktidarının önü açılmıştı. Emevi devleti resmi olarak 661 yılında kurulmuş 750 yılında yıkılmıştır ama etkileri onun mantığı daha uzun bir süre bilinçlerde yer etmiştir. Yaklaşık olarak bir asır süren Emevi iktidarı boyunca topluma empoze edilen bu zihniyetin etkileri insanlık tarihinin bilincinde derin izler bırakmıştır, kolay kolayda silinememektedir. Çünkü bu süre İnsanlığın bilinci açısından çok uzun bir süredir bu yüzden insanlığın bilincinde söküp atmak kolay değildir. Bunların koyduğu kurallar, yaptıkları propagandalarının etkileri günümüzde de hala sürmektedir. Bu etkiyi birçok yerde görmek mümkündür.
Emeviler iktidarları boyunca bayram günü olarak kutladıkları Âşûrâ gününün, dünyadaki hayırlara vesile olan en önemli gün olduğunun propagandasını yapmışlardır. Emevi Propagandasına göre, bu Âşûrâ günü öyle hayırlı, öyle kutsal bir gündür ki, bu gün gözlerine sürme çekerlerin gözleri bir daha ağrı görmeyecektir, o gün evine, eşine dostuna coluğuna çocuğuna bir şeyler alanın evine darlık girmeyecektir, çünkü bugün yapılan her iş hayırlı, her iş kutsal olduğu için Yüce Allah’ın bu zaferi, (Hüseyin'in Kerbela’da yenilmesini) Yezit’in ordularına bugün nasip ettiğini söyleye gelmişlerdir. Emevi devletinin taraftarlarına göre on Muharrem (yani Âşûrâ) öyle bir kutsal gündür ki bu güne kadar ki bütün iyiliklere vesile olan gelişmeler, insanlığa faydalı olan bütün kutsal günler, örneğin bütün peygamberlerin doğum günleri bu güne denk gelmiştir; insanlığa faydalı olan her şey bu gün başlamıştır. Bu yüzden Yüce Allah bu zaferi Yezit’ın ordularına kutsal Âşûrâ günü nasip etmiştir; çünkü bu gün hayırlara vesile olmuş, hayırlı bir gündür. Emevi propagandistleri bir asır’a yakın iktidarları boyunca 10 Muharrem'de (Âşûra gününde) olan hayırlı günleri şöyle anlatırlarmış:
“KUTSAL KİTAPLARDA VE TARİHTE 10 MUHARREM:
Arapça'da 10 "Aşr" demektir, Aşura'da 10 Muharremdir. Kutsal kabul edilen kitaplarda, Mısır, Sümer ve Hitit tabletlerinde tarihin önemli olaylarına yapılan atıflar hep muharrem ayınaözellikle de 10 Muharrem'e verilen önemi, kutsallığı anlatır. Bu günde şunlar olmuştur:
1- Adem'in Havva ile buluştuğu gün.
2- Nuh'un tufandan kurtulduğu ve gemisinde kalan yiyeceklerden"AŞURA" pişirdiği gün.
3- Hz.İbrahim'in Nemrud'un attığı ateşten kurtulduğu gün.
4- İshak veya İsmail Peygamberin kurban olmaktan kurtulduğu gün.
5- Yakup'un oğlu Yusuf'a kavuştuğu ve gözlerinin tekrar görmeye başladığı gün.
6- Eyyüb'ün ağır dertlerinden kurtulduğu gün.
7- Yunus'un balığın karnından kurtulduğu gün.
8- Musa'nın Firavun'un gazabından kaçarken Kızıldeniz'in yarılıp kendisine yol verdiği gün.
9- İsa'nın semaya (Göğe) çekildiği kabul edilen gün.
10- Hz. Muhammed'in Mekkelilerin zulmünden kurtulmak için Mekke'den Medine'ye Hicret ettiği (göçtüğü) gün.
Saydığımız bütün bu önemli olaylar Muharrem ayı içerisinde, özellikle 10 Muharrem "AŞURA" günü meydana geldiği, eski kadim toplumların kitabelerinde, tabletlerinde ve kutsal kabul edilen kitaplarda (Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an) geçmektedir.
Rivayete göre Hz. Muhammed Mekke'den Medine'ye 10 Muharrem günü Hicret etmişti. Medine'ye vardığında Yahudi'lerin "AŞURA" orucu tuttuğunu görünce nedenini sordu. Yahudiler Tanrı'nın bu günde Hz.Musa'yı ve "Ben'i İsrail'i" Firavun'un zulmünden koruduğu gündür. Hz. Musa şükür için oruç tutardı, bizde tutarız dediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed "Biz Musa'ya sizlerden daha yakınız diyerek O'da oruç tuttu, ashabına da tutturdu ve "AŞURA" pişirip dağıttı. (Sahih-i Buhari Hadis no:945.DİB yayınları)”.
Bu alıntıyı, 10 Muharremi (yani Âşûrâ gününü) anlatan Alevi bir dostumuzun yazısından aldım. Ama ne acıdır ki bazı alevi arkadaşlar gibi o da bu Emevi propagandasının doğruluğuna inanmış. Hem bu dostumuz rencide olmasın hem de boşu boşuna bir tartışma yaratmayım diye bu dostumuzun adını anmıyorum. Ama bilinmeli ki bu kuyruklu yalanların kaynağı Buhari. Tarihin hiçbir döneminde yalan söyleyenden vergi alınmadığı gibi Buhari’de bu hizmetlerinden dolayı ödüllendirilmiş. Tarihi sorgulamadan olduğu gibi kabul edersek bu tür kazalar ne yazık ki hep başımıza gelecek. Anılan kitapların sonundaki fihristlere bakarsanız Âşûrâ sözcüğünün ne Kur’an ne Tevrat’ta ne de Zebur’da geçmediğini göreceksiniz. Buhari’nin söylediklerinin gerçekle bir akrabalığı olsaydı bu söz en azından Kur’an’da bir kez bari anılırdı buralarda âşûrâ diye bir sözcük geçmiyor, merak eden bu kitapların sonundaki indekslere baksın.
Bu Emevi anlayışının bir etkisi olarak, bugün hala, ÂŞÛRÂ denilince aklına tatlı çorbayı getirenler var. Geçtiğimiz yıllardan birinde Türk Hava Yollarının çıkardığı dergide AŞURA başlığı altında sadece Aşura aşı tanıtılıyordu. O zamanlar bunu ibreti alem için eşe dosta göstermiştik. İşte bu, bu Emevi anlayışının bir kalıntısıdır.
Bu Emevi propagandasının yalan olduğunu ben her yıl lisanî münasiple anlatırım; bunun içinde aşağıda aktaracağım Abdülbâki Gölpınarlı'nın yazısını internette yayınlarım, eşe dosta gönderirim. Geçen yıl âşûre gününe denk gelen, SÜREK DERGİSİ’nin o ayki sayısında da bu yayınlandı ama ne acıdır ki bunu en yakınımızda olan dostlarımıza bile anlatamamışız. Hala bu kuyruklu yalanları, adi propagandayı bize yapıyorlar.
Bakın, bu konularda derin bilgisi olduğuna inandığım A. Gölpınarlı şöyle diyor:
“Âşûrâ, Arapça onuncu gün anlamına gelir; (Arap takvimine göre düzenlenen), Hicri yılının ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu gününe bu ad verilir. Hicretin 61. yılı Muharremin onuncu günü ( Miladi:18 Ekim 680), İmam Hüseyin, Muâviye’nin oğlu Yezîd’in emriyle Kerbelâ’da Kufe ve Şam ehlinin büyük bir ordusu tarafından, kendisine uyanlarla (yanında bulunan 72 kişiyle) beraber şehîd edilmiştir. Bunu unutmayan, her yıl, bu yası tazeleyerek Ümeyye oğullarına düşmanlığı güçlendiren Ehlibeyt taraftarlarına karşı, o günü bir bayram günü -olarak- tanıtma gayretine düşen karşı taraf da, Âdem Peygamber’in o gün yaratıldığına, yerlerin, göklerin, Cebrâil’in, meleklerin o gün halk edildiğine, Nuh Peygamber’in o gün tufandan kurtulduğuna, Yusuf’un o gün zindandan çıktığına, Yakub’un gözlerinin –o gün- açıldığına, Yunus’un balık karnından –o gün- halâs olduğuna, bütün peygamberlerin, dertlerden, belâlardan o gün halâs olduğuna, o gün sürme çekenin göz ağrısı görmeyeceğine, ehline – ayâline bir şeyler, evine yiyecek – içecek alanın, darlık çekmeyeceğine... hâsılı o günün bir bayram günü olduğuna, hattâ Hazreti Peygamber’in o gün doğduğuna dair hadisler uydurmuşlar, o günü bir bayram günü gibi kutlamışlardır ( Süyûti: El Leâl’il- Masnûa Fi’l- Ahâdis’il Mevzûa: Kahire 1317.c. s.61-64). Aliyy’ul – Kaari de bu yalan hadislerin bir kısmını “ Mevzûâtu Kebir” inde nakleder ve bunların, İmâm Hüseyin’in katilleri tarafından uydurulduğunu da bildirir. ...
Bütün bunlara rağmen gene de Ehl-i Sünnet arasında, o gün Nuh Peygamberin gemisinin karaya oturduğu, gemide kalan hubûbâtı karıştırarak bir “Selamet Çorbası” yaptığı inancı yayılmış, aşure yapmak, eşe dosta dağıtmak, bir adet olup kalmıştır.” Abdülbâki Gölpınarlı. “Tasavvuf’tan dilimize geçen Deyimler ve Atasözleri”.
Emevi iktidarına karşı olanlar -her hangi bir nedenle olursa olsun ona karşı olanlar-, Hüseyin'i sevenler, Şiiler, Kızılbaşlar – Aleviler Muharrem ayını hep yas ayı, Hüseyin'in matem ayı olarak anıp bu vahşetinden dolayı hem Yezit’i hem de Emevi iktidarına lanetleyip kınamışlardır. Önceleri bu anmalar Kerbela’da yapılır, bunun için oraya gidilirmiş, Hüseyin'in torunu İmam Bakır “Her gün Âşûrâ, her yer Kerbala” diyerek bu anmanın her gün her yerde yapılması gerektiğini söyleyerek önemli bir çığır açmıştır.
Kızılbaşların bu konuya nasıl baktığına gelince: Kızılbaşlar hayır ile şerrin Hak’tan geldiğine inanmazlar. Bu tartışma, adı dillere destan HÜSNİYE adlı kitabın “Hayır ve Şer Hakkında Tartışma” adlı bölümünde uzun uzadıya yapılır. Uzunca tartışılan bu bölümün bir yerinde Hüsniye, şöyle diyor: “Peygambere kadere inananların kimler olduğunu sorduklarında, ondan şu cevabı aldılar: “Hem kötülük yapıp hem de bu fillerinin sorumlusu olarak Allah’ı gösterenlerdir. Allah, yapacağımız kötülükleri ezelden yazmış, çizmiş diyenlerdir.” Hüsniye kitabı Harun Reşid’in Sarayında Sünni ulema ile Hüsniye’nin yapmış olduğu tartışmayı nakleden bir kitaptır. Bu tartışmada şöyle diyor Hüsniye, “Allah kâfiri kâfir, küfrü küfür olarak yaratmış olsa, kâfirin iman getirmeye gücü ve imkânı olmaz. Buna rağmen, kendisinin yaratıp taktir ettiği küfr için kâfire işkence eder ve azap çektirirse, bu açık bir zulüm olur... Bir çocuğun elini bağlayıp suya attıktan sonra, çıkarıp, niçin elbiseni ıslattın diye dövmek zulüm ve gaddarlık değil de nedir? … Allah küfrü kâfirde, zulmü zalimde ve kötülüğü kötüde yaratmış olsaydı, insanları peygamberler aracılığıyla doğru yola davet etmek saçma bir davranış olmaz mıydı? … Eğer Allah kâfirin küfrünü kâfirde yaratmış olsaydı, kâfirler bu davranışlarıyla Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmiş olurlardı. Çünkü madem onların öyle olmasını Allah istemiştir, küfürleri Alah’ın emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir.” Lütfi Kaleli bu konuda “Şah Hatayi ve Pir Sultan” adılı kitabında: “İnsanları iyiliğin ve kötülüğün Tanrıdan geldiğine inandırmak kötülük yapanları korumak demektir” diyor. Hamdullah Çelebi’ye, yargılanması sırasında, Kadılar bu konuyu da soruyorlar, o mahkemedeki bu tartışmanın o bölümünü olduğu gibi buraya alıyorum:
Kadı: “Şeyh Efendi, hem Allah’a inanıyoruz diyorsun, hem hayr-ı şerik-i min Allah-ı teâlaya inanmıyorsunuz. Hayrın, şerrin Allah’tan geldiğine niçin inanmıyorsun? Bu sapıklık değil mi? Bu küfür değil mi?”
Hamdullah Çelebi’nin cevabı: “Efendi Kadı Hazretleri, Allah hayır yaratır, çünkü bizim yaradılışımız fitrat-ı ilahi hayırdır. Görmemiz, duymamız, söylememiz, yememiz, içmemiz, gözümüz, kulağımız, hayırdır. Elimiz, ayağımız hayır için yaratılmıştır. Kişi bunlarla yaptığı kötülükten mesuldür. Allah’ın adı ve sıfatları içinde acıyan, bağışlayan, esirgeyen, seven, af eden, nimet veren adları olduğu halde şer veren şeyler, kötü, kötülük, şer adı yoktur.
Kötü olayın faili fiildir. Suçlu o fiili işleyendir. Mücrim mahkemeye geldiğinde kadı cezayı mücrime verir. Allah’tan geldi şeytandan geldi diye başka fail aramaz."
Niğde’den Gelen Müftü: “Şeyh Efendi, Allah’tan kork, Peygamberden utan! Her şeyi yaratan Allah’ın kuvvet ve kudretine küfrü kafirlik yapıyorsun. Hayrı şerri, kazayı kaderi yaratan Allah’tır. Küllü şeyin halikin ayetine inkârın var senin.”
Hamdullah Çelebi’nin cevabı: “ Efendi Müftü Hazretleri, insan hayra da şerre de bizzat kendisi vesiledir. Hayrı da kendi yaratır. Şerri de kendi yaratır.
Hayrı yaratıp hayırlı hayır iş yapana Allah ecri lütüf verir, hayırdan faydalanan kullardan dua alır. Mükâfat, devlet maaşı, taltif alır. Şerri yaratan şer iş yapar. Şerri işleyen Allah’tan günah cezası alır. Kullardan beddua ve hapis cezası alır.
Kişi kazayı da kendi yaratır. Mesul kendisi tutulur. Biz Müslümanlar kadere inanmayız. Eskiden beri kaderci değiliz. Bize böyle yerleşmiş böyle devam eder.
Biz Müslümanlar her işimizde Allah adını anarak, Allah adına hayır işleri yaparız. Şer iş ise Allah adına Allah namı hesabına yapılmaz. Bu da böyle biline.”
Eğer hayır ile şer Allah’tan gelseydi, Hüseyin'in büyüklüğünün de sebebi Allah olacaktı, Kerbela’daki vahşeti yaşatan Yezidin vahşetinin sorumlusu da yine Allah olacaktı. Burada hiç biride ne kahraman nede suçlu diye nitelenemeyecekti. Çünkü bu bir tiyatro sahnesinden farksız olacaktı; bir tiyatroda sahnede oyun oynayanlar değil o oyunda o eserin yazarı - senaristi sorumludur. Her oyunda, rol alan herkes senaryodaki kendilerine verilen role göre rollerinin gereğini yaparlar, bunda bir sorumlulukları olmaz; bu rollerinden dolayı suçlanamazlar.
İşte bu tartışmalara bir şiirle yanıt veren Feyzullah Çınar şöyle diyor:
“Allah bana haber verse / Yezid’de suç yoktur dese / Ben böyle istedim dese / Ona lahnet ona lahnet.” Feyzullah Çınar’ın Arşiv kaseti - Kalan yayınları.
Âşûrâ bir yazgı değil tarihi süreçlerin sonucu yaşanılan bir dram bir vahşetin yıldönümüdür. Aleviler bu olayın yasını tutup bunu anarak hem bilinçlerini tazelerler, hem uğradıkları travmaya karşı ruhlarını rahatlatırlar, hem de bu vesileyle insanlığın böyle bir şeyi bir daha yaşamaması için çalışırlar. Konu birçok açıdan değerlendirilebilir ama biz bu günlük konunun bu yanını aydınlatmakla yetineceğiz. Çünkü hem bu yazının yayınlanacağı derginin sayfalarındaki yerimiz bu kadar hem de okurumuz şimdilik uzun uzadıya yayılmış yazıları okumaya alışkın değil. Sözü köyümüzden derlediğim iki nefesle bağlıyorum.
Aşk ola.
Bugün mahi muharrem yası matem Ali evlattır
Hüseynin matemidir ağlayacak vakti sahattir
Tutar matemini bizle şahidanı diri etmez
Hüseynin matemini tutmak mühip bana ibadettir

Derildi kerbelaya ehli Küffe askeri Şamlar
Hüseyin Ali eshabın şehit eylediler cümle
Suzuz koydu nihayette o şaha kıldılar hamle
Nazar kıl ya Muhammet gör bu ümmetler ne ümmettir

Şimil melun çekip hançer hüseynin başını kesti
O mundar payını (ayağını) şahın mübarek başına bastı
Hicap eylemedi haktan o nazik başını kesti
Nasıl kıydı behey zalim bu evladı Muhammettir

Hüseynin başını alıp ehli beytin yanına vardı
Bakıp çün hazreti Zeynep Hüseynin başını gördü
Dizinin üstüne alıp yüzünü yüzüne sürdü
Dediki vvaaahh ciğer köşem bu haletler ne halettir

Ümmül Gülsüm kapanıp yerlere hem bağrı tutuştu
Gelip feryada Şehriban gözünden kanlı yaş saçtı
Anı görüp ehli beytin içine bir velvele düştü
Nazar kıl ya Muhammet gör bu ümmetler ne ümmettir

Figan etti İmam Zeynel yetim kaldım dedi yarap
Anı gördü hemen katletmeye vardı o Şimil kelp
İmamın üstüne düştü o demde hazreti Zeynep
Dedi zalim gel insaf et elin çek gayri mürvettir

Egahi eyle efkarı Hüseynin derdine ağla
Gece gündüz hemen durma yana yana yana ağla
Tefekkür eyle ol şaha uyu ağla uyan ağla
Çihanda dert çok amma Hüseynin derdi kat katır.

Not: Aşık bunu cemde söylerken her kıtanın sonuna nakarat gibi kendinden şu dizeleri eklemiş:
Ya niçin ağlamayım inlemeyim ah
Ya niçin ben bağrımı dövmeyeyim vah bana vah
Kaynak: Aşık Hasan Aydın

Kufeliler mektup saldı ya Hüseyin gel deyi
Cettine ikrar vermişiz bunu böyle bil deyi
Bütün biyata hazırız bize imam ol deyi
Gel diyerek getirdiniz ben garibim kıymayın

Atların ayağı altında şehitlerin her biri
Göğdeki melekler ağlaşır zari zai
Pare pare eylediniz oğlum Ali Ekberi
Hemdikestim hem yetimim hem garibim kıymayın

Şehribanı Zülcanah ile durmayıp avdet eyle
Revzayı Resulullahta dedeme selam söyle
Hangi peygamber ümmeti cefalar kıldı böyle
Ben Muhammedin torunu Şah Hüseynim kıymayın

Dedem Muhammet Mustafa anam Fatime bilin
Atam Aliyel Murtaza doğru Iraka gelin
Susuzluktan bitap oldum bana merhamet kılın
Ben Muhammedin Torunu Şah Hüseynim kıymayın

Söylen nazlı Sakinemi ne haldedir göreyim
Belalı bacım Zeynebin ahvalini sorayım
Son olarak şu meydana yek başıma gireyim
Ehli eyalim perişan ben garibim kıymayın

AŞİK HÜSEYİN dergahına yüz sürüp durdu egah
Nası ağlamasın gözüm çünkü şehit oldu şah
Bu sözümde hilafım yok ancak şahidim Allah
Ben Muhammedin torunu şah Hüseynim kıymayın

Bu nefesi anam Kaymaklı Navruz Aydın’dan yazdım.
Rıza Aydın

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN

SENİ SEVDİM GÖNÜL DARIMDA

DARIM MANSURDUR SEVERİM

DOST MECLİSİNDE ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN



ŞAH-I VELAYETİ ENBİYADA

EVLİYALAR ŞEHRİNDE GÖNÜLLERDE

SENİN AŞKINA YANDIM ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN



RESULLAHIN AŞKIDIR GÖNLÜMDE

MENZİLİMDE KIRKLAR MEYDANINDA

MEYDAN AŞKINA YANDIM ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN



MUHAMMEDE SALAVAT GETİRDİM

EVLADI ALİ AŞKINA GÖNÜLDE

KABEMİ BİLİPTE GELDİM ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN

MUHARREM ORUCU

MUHARREM ORUCU
Kurban Bayramı Hicri Takvim e göre Zilhicce ayının 10. günü başlar.Kurban Bayramının 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır.20. günün akşamı Muharrem Orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Muharrem Orucundan önce 3 günlük MASUM-U PAK ORUCU tutulur. Bu oruç Küfe den şehit düşen Müslüm Bin Akıyl ile çoçukları İbrahim ve Muhammet için tutulur. Müslüm , İmam Hüseyin in amcasının oğlu ; İbrahim ile Muhammet ise amcasının torunlarıdır. 3 günlük Masum-u Pak ve 12 günlük Muharrem Orucu olmak üzere toplam 15 gün oruç tutulduktan sonra Muharrem Ayının 13. günü kurbanları tığlanır ve AŞURE dağıtılır.Kurban İmam Ali Zeynel Abidinin Kerbela Katliamın dan kurtuluşundan duyulan sevinci belirtir. Muharrem Ayında eğlence yapılmaz; bıçağa ve kesici aletlere el sürülmez; düğün-nişan-sünnet törenleri yapılmaz; karı koca ilişkileri kesilir; kurban kesilmez;et yenilme; Kerbela Şehitleri`nin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez; eğlence yerlerine gidilmez; saç ve sakal traşı olunmaz. Günümüzde bunların bir bölümü uygulanamamaktadır. Örneğin, sakal traşı olmamak gibi...Su saf olarak içilmemektedir. Vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden , çay-kahve-meşrubat-meyve suyu-ayran gibi sıvı içeceklerden karşılanır. Alevi inancı şekilciliğe takılıp kalmayı değil, özü benimser. Aklın ve ilmin yolundan ayrılmaz. Önemli olan İmam Hüseyin`in ve diğer Kerbela Şehitleri`nin çektikleri acıyı ve zorlukları beyninde, kalbinde ve gönlünde duymaktır. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşayıp,onlar gibi inanmaktır. Zalime karşı çıkıp, mazlumdan yana olmaktır. Eline-diline-beline sadık olup insanca ve onurluca yaşamaktır. Onlar`a layık olmaktır. Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra yaşamaktır. Yaşayan ölü olmamaktır. Yarın onlar`ın huzuruna alnı açık yüzü pak çıkmaktır. Onlar`ın bıraktığı onurlu mirasa sahip çıkmaktır. Muharrem Orucu`nun sahuru yoktur. Belirlenmiş bir iftar vakti de yoktur. Oruç tutulmadan önce şöyle niyet edilir. `BİSMİ ŞAH. ALLAH ALLAH. ERENLERİN HİKMETİNE. ER HAKK MUHAMMET-ALİ AŞKINA. İMAM HÜSEYİN EFENDİMİZİN SUSUZLUK ORUCU NİYETİNE. KERBELA ŞEHİTLERİ`NİN TEMİZ RUHLARINA MATEM ORUCU NİYETİ İLE HZ. FATMA ANAMIZIN ŞEFAATİNE. 12 İMAM, 14 MASUM-U PAK EFENDİLERİMİZİN ŞEVKİNE, 17 KEMERBESLER HÜRMETİNE HAZIR-GAYİP GEÇEK ERENLERİN YÜCE HÜMMETLERİ ÜZERİMİZDE HAZIR VE NAZIR OLA. YUH MÜNKİRE. LANET YİZİD`E. RHMET MÜMİN`E ALLAH EYVALLAH. HÜ` Akşam olup güneş batınca,karanlık gözle görünce oruç açılır.Yatmadan önce niyet edilir.Niyetten sonra Muharrem Orucu başlar.Gece sahura kalkma uygulaması Muharrem Orucu`nda yoktur.Çeşitli kaynaklara göre Muharrem Ayı` nın 10. günü birçok olay gerçekleşmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır : ` İmam Hüseyin` in şehadeti, Adem Peygamber` in bağışlanması ,Nuh Tufanı` nın başlanması, Yunus Peygamber` in balığın karnından çıkması İbrahim Peygamber` in Nemrut` un ateşi yanmaması, İdris Peygamber`in göğe çıkarılışı, Yakup Peygamber` in oğlu Yusuf Peygamber` e kavuşması Yakup Peygamber` in gözlerinin tekrar görmeye başlaması Yusuf Peygamber` in atıldığı kuyudan kurtulması , Eyüp Peygamber` in sağlığına kavuşması Musa Peygamber` in Kızıldeniz` i asası ile delip geçmesi , Firavun` un Kızıldeniz` de boğulması , İsa Peygamber` in doğumu, İsa Peygamber` in göğe alınışı` Muharrem Ayı kutsal ayıdır.Muharrem Ayı haram aylardandır.Bu ayda savaşmanın yasak olduğu Kur` an-ı Kerim` de açıkça belirtilmiştir.Muharrem Ayı Hicri ( Kameri ) ayının ilk ayıdır.1 Muharrem Hicri yılbaşıdır.Allah emirleri kesindir.O` nun yasalarında herhangi bir değişiklik bulunmaz.Son Peygamber olan Hz.Muhammet` e ne gönderdi ise önceki peygamberlerin hepsine de aynısını göndermiştir.Bu durum Kur`an-ı Kerim` de defalarca belirtilmiştir.AHZAP SURESİ 62. AYET` te ` Allah` ın bundan önce gelip geçenler hakkında uyguladığı yasa budur.Allah` ın kanununda/tavrında/davranışında bir değişiklik bulamazsınız.` Denilmektedir.FETİH SÜRESİ23. AYET` te ` Bu Allah`ın öteden beri işleyip duran yolu /yasasıdır.Allah` ın yolunda ve yasasında hiçbir değişme bulamazsınız` denilmektedir.BAKARA SÜRESİ 183. AYET` TE ` Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korumanız umulmaktadır` denilmektedir.Bu ayetlerin hükmünden de anlaşılır ki diğer peygamberlere de İslam Dini` nin kuralları tebliğ edilmiştir.Aynı kurallar Hz. Muhammet tarafından da uygulanmıştır.Adem Peygamber` den itibaren tüm Peygamberler ibadetlerini GECE yapar.ve yaptırırdı.TÜM PEYGAMBERLER ZAMANINDA ÜÇ GÜNLÜK HIZIR ORUCU VE MUHARREM ORUCU TUTULURDU. İslam Dini` nin oruçla ilgili kuralları bunlardan ibarettir.Bu kurallar İNCİL-TEVRAT ve ZEBUR` da da vardır. Hz. Muhammet` ten sonra iktidarı ele geçiren Emevi ve Abbasi çeteleri bu kurallara uymamışlar; bir sürü yalan - dolanı dinin içine sokarak yeni kurallar oluşturmuşlardır. NİSA SÜRESİ 92. AYET` te ` Herhalde bir Müslüman` a layık değil ki haksız olarak bir Müslüman ` ı bile bile öldüre . Meğer ki hataen bir ok veya silah gazası ola . Her kim bir Mümin` in bilmeden ölümüne sebep olsa bile esir düşmüş bir Müslüman kulu veya cariyeyi azad etmek üzerine farz olur.Ayrıca ölenin ailesine diyet vermelidir.Meğer ki ölünün ailesi diyet almayalar ya da bağışlayalar.Eğer ölü sizin düşmanınız olan bir topluluktan olsa bile Mümin `dir.Katilin üzerine kadın ya da erkek bir esiri azad etmek borçtur.O da idama mahkum oluş boynunu zincirden kurtarıp serbest bıraktıra.Aranızda anlaşma olan bir topluluktan olsa bile mirasçılara diyet verilmesi gerekir.Ancak Asker ya da yoksul olup esir,cariye veya idam mahkumu azad etme gücü ve parası olmayan KATİLLERİN HEPSİNİN İKİŞER AY VEYA BİR AY ORUÇ TUTMALARI ÜZERİNE FARZ VE BORÇTUR.BU ORUÇ BORCU VE FARZ EMRİ İNSAN ÖLDÜRMEMELERİ İÇİN MÜSLÜMANLARIN ÜZERİNE ALLAH` IN FARZ KILDIĞI BİR KATİLLİK NİŞANIDIR Kİ TÖVBE EDİP KİMSEYİ ÖLDÜRMEYELER. ALLAH HERŞEYİ BİLİR.` Denilmektedir.BAKARA SÜRESİ 185. AYET` te ` Ramazan Ay` ında eğriyi doğrudan ayırıp doğru yolu gösterici Kur`an-ı bazı ayetleri indi.SİZLERDEN HER KİME Kİ FARZ OLDU BU AYLARDA ORUÇ TUTSUN.` denilmektedir.İmam Hüseyin` in Kerbela` da şehit edilmesinden sonra 4 kitapta farz ve hak olan Muharrem Orucu YEZİT tarafından yasaklanmış otuz günlük KATİLLİK ORUCU tutturulmuştur.Abbasi` lerde otuz günlük KATİLLİK ORUCU` NU MİZRAKİ İLMİHAL kararı ile ve kılıç zoruyla Türkler` e ve Acem` lerde tutturmuşlardır.Yezit, kerbela katliamından kurtulan İmam Ali Zeynel Abidin` i halkın isyan etmesinden korkarak Medine` ye göndermiş İmam Zeynel Abidin` in serbest bırakılması Yezit` e isyanı durdurmuş ancak halkın kerbela katliamını yapan katillere duyduğu kin ve nefret duygularını bastıramamış.Bunun üzerine Yezit askerlerine ve kendisine bağlı bulunanlara NİSA SÜRESİ` nin 92. Ayet` inde emredilen KATİL ORUCU` nu tutmalarını emreden bir ferman dağıtmış ve bu Oruc` u tutmayanları öldürtmüştür.Böylece hem yer yer ayaklanan halkın isyanını önlemiş hem de iktidarını sağlamlaştırmıştır.Yezit` le başlayan bu gelenek günümüzde de devam etmektedir.FECR SÜRESİ 1. AYET` te ` Ya Muhammet o Muharrem` in on sabahı ve akşamı hakkı için ve çift olup duranlara ve dahi on gecelere and olsun ki akıl sahipleri olanlara itibar edip son amaçlarını onunla inceleme ve araştırma yaparlar` denilmektedir. ARAF SÜRESİ 142. AYET` te `Musa` ya kırk gece ve otuz gece ikrarlanma verdik.O otuz on gece ile tamamladık.Musa kardeşi Harun` a sen benim vekilimsin.toplumu yönet , barışçı ol ve emrimi tutmayan fesatçılara uyma.` denilmektedir. Bu emirlerden ongün ve geceye and içen Allah` ın bugün ve gecelerine oruçla geçirenlerin Allah` a itaat edenler olacağını açıklamasıda MUHARREM ORUCU` NUN ALLAH`IN EMRETTİĞİ VE MÜMİNLERCE TUTULMASI GEREKEN ORUÇ OLDUĞUNUN EN AÇIK KANITIDIR.ŞEHİHALMÜŞLEM isimli kitapta Hz.Muhammet` in ongün Muharrem Orucu tuttuğunu ve Hüseyin` e matem diye Oruç tutturduğunu yazmaktadır.Gene aynı kitapta MUHARREM ORUCU` NUN HZ MUHAMMET DÖNEMİNDE FARZ OLDUĞU , PEYGAMBER` İN HAK` KA YÜRÜMESİNDEN SONRA MÜMİNLERİN ORUCU OLAN MUHARREM` İN TUTULMADIĞINI, MÜSLÜMALARİN RAMAZAN ORUCUNU FARZ YAPTIKLARINI YAZMAKTADIR.Ehli sünnet kaynaklarında Ramazan Orucu` nun Hicret` in 2. yılında farz olduğu yazılmaktadır.Bu iddia sadece Kur`an` a değil dört kitaba da aykırıdır.Adem Peygamber` den başlayarak Hicret` in 2. yılına kadar Muharrem Orucu` nun tutulmasına emreden Allah aniden fikir değiştirip niçin Ramazan Orucu` nu farz kılmıştır? Yada Muharrem Orucu` nu farz olmaktan çıkarmıştır.? Dört hak kitaba da aykırı olan bu iddia halka karşı söylenmiş bir yalan , İslam Dini alet edilerek yapılmış bir iftiradan başka bir şey değildir.Gönülleri İslam` a ısınmamış öldürülme ve esir edilme korkusuyla Müslüman oldum diyen münafıkların vazgeçemedikleri cahiliye inançlarını devam ettirebilmek için çeşitli bidatlar ( uydurmalar ) icat ederek çarpıtmaya çalışmalarıdır.Bu Oruç bu çarpıtmayı yapan münafıklar ile katillere farzdır.Müminlere farz değildir. Müminler` in orucu muharrem orucudur.
Karacaahmet Sultan Derneği

13 Aralık 2009 Pazar

YAHUDİ KONFERANSINA HİTLER ÇAĞRILIR MI ?

Katliam sanığına Çalıştay daveti, Alevileri kızdırdı

ANKARA’da 17 Aralık’ta altıncısı yapılacak olan Alevi Çalıştayı’naKahramanmaraş Katliamı davası sanıklarından olan Ökkeş Şendiller’in dedavet edilmesiyle başlayan gerginlik restleşmeye dönüştü. Kimi Alevi ilerigelenlerinden ve kuruluşlarından yapılan açıklamalarda, Şendiller’in davetedilmesinin kendileri için kabul edilemez bir durumolduğu belirtildi. En büyük Alevi kuruluşlarından biri olan Alevi Bektaşi Federasyonu Başkan Yardımcısı Ali Kenanoğlu, yaptığı açıklamada Şendiller’in Alevi Çalıştayı’na çağrılmasını Yahudilerle ilgili yapılan bir konferansa Hitler’in çağrılmasına benzetti.

KAMER GENÇ KATILMIYOR

Alevi sanatçı Arif Sağ da Şendiller’in gelmesi durumunda çalıştaya katılmayacağını söyledi. Davetliler arasında yer alan Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, Şendiller’in katılması halinde çalıştaya katılmayacağını belirterek “Bu Alevilerle alay etmektir. Tayyip Bey’le onun düşüncesi arasında fark yok bence” dedi. Bu tepkilere karşı eski Büyük BirlikPartisi Milletvekili Ökkeş Şendiller ise çalıştaya gitmekte kararlı olduğunu belirtti. Bizzat Devlet Bakanı Faruk Çelik tarafından farklı sesleri dinlemek amacıyla çalıştaya davet edildiğini söyleyen Şendiller, kendisine karşı yapılan açıklamalara tepki gösterdi. Kahramanmaraş Katliamı davasından beraat ettiğini hatırlatan Şendiller, “Bazı Alevi derneklerinin çok çirkin açıklamalarıvar. Bu kişilerlemahkeme önünde hesaplaşacağım. Bu ülkede kimin suçlu olduğuna onlar değilmahkemeler karar verir” dedi. Ökkeş Şendiller 1978 yılında, Kahramanmaraş olaylarıyla ilgili açılan davanın 1 numaralı sanığıydı. İki yıla yakın idamla yargılanan Şendiller, 12 Eylül darbesinden 33 gün önce beraat etti. O dönemde Kenger olan soyadını, daha sonra Şendiller olarak değiştirdi. 1991’de Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi’yle ittifak yapan Milliyetçi Çalışma Partisi’nden Meclis’e giren Şendiller, 1 yıl sonra,Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte BBP’yi kurdu. Şendiller, 2008 yılı başındaYazıcıoğlu’yla anlaşmazlığa düşerek partideki tümgörevlerinden istifa etti.

12 Aralık 2009 Cumartesi

KORKU SİLAHA YAKIN TUTAR

gozdebedeloglu@birgun.net / 14:49 11 Aralık 2009

Korku, insanın gözünü, dilini, kulağını kapatır. Gözünün önündekini görünmez, dilinin ucundakini söylenmez, kulağının dibindekini duyulmaz yapar. Korku, insanı hayatın karanlık sularına bırakır. Gerçek karşısında körleştirip dilsizleştirir. Görmeyen duymayan insan, korkuyu ve düşmanı yaratanların çözümsüzlüklerinde boğulurken bulur kendini. Korku insanı silaha yakın, silah insanı barışa uzak tutar.Bu ülkenin kana bulanmış tarihi değişsin, çocuğunu, kardeşini, eşini toprağa verenlerin acılı ağıtları dinsin diye ne kadar çabalarsa da barış yanlıları, savaş çığırtkanlarının en büyük silahı olan korkunun karşısında hep bir adım gerideler. Savaş çığırtkanları bunu iyi bilir. Ne kadar korku o kadar silah, ne kadar yalnızlık o kadar düşmanlık formülü her zaman tutar. Tarihimiz, yıllarca bu formülle yazılmış hazin hikâyelerle doludur. Yenileri, silah ucunda...Serap, Aydın, Fatih, Yakup, Ferit, Onur, Harun, Cengiz, Kemal... Hepsi genç. Hepsi savaşın içine doğmuş milyonlarca çocuktan biri. Senin gibi, benim gibi... Barıştan konuşulurken elinde silah, taş, bomba tutanların katlettikleri onlar. Senin gibi, benim gibi... Onlar, umutlar sönsün, savaş sürsün diye kara kutusundan çıkartılan korkunun çözümsüzlüğün, intikamın son kurbanları. Hepimiz gibi...İstanbul’da belediye otobüsüne atılan molotofkokteyli yüzünden yanarak yaralanan ve sonrasında hayatını kaybeden Serap’ın ailesi artık kimsenin yavrusu ölmesin diyor. Diyarbakır’da polis kurşunuyla hayatını kaybeden Aydın’ın annesi, annelerin göz yaşı dinmiyor, yetmiyor mu yazık değil mi, diye soruyor. Tokat’ta pusuya düşürülen Cengiz askerin amcası, bu anlamsız savaş son bulsun istiyor. Ferit askerin abisi kanın durması için açılımın bir an önce sonuçlanmasını bekliyor. Yakup askerin babası başka çocukların ölmemesi için demokratik açılım sürecinin başarıya ulaşması gerektiğini haykırıyor. Çocuklarını toprağa gömerken, bu yürek yangını artık dinsin istiyorlar.•••Barış, ellerde sımsıkı tutulan taşlarla kurulmuyor. Yüreklere yerleşmiş intikam duygusu, bir kız çocuğunun bedenini yakarak geçmiyor. Bombalarla paramparça edilen bedenlerden yeni bir insan yapılmıyor. Yanındakini iteleyen, kendine daha iyi bir yer bulmuyor. Parti kapatmak sesi kesmiyor, düşünceyi engellemiyor. Kanı durdurmak için elde silah lafa başlanmıyor. Bir elde silah tutarken sarılınmıyor, barışılmıyor. Nerede görülmüş bunun aksi? Silahın olduğu yerde güveni, huzuru, dostluğu kim yakalamış?Barış, silahla kurulmaz. Geçen yirmi beş yılda yaşananlar bunun ispatı için yeterli olmadı mı sizce?Korku, insanın gözünün önündekini görünmez, dilinin ucundakini söylenmez, kulağının dibindekini duyulmaz yapar. Korku insanı silaha yakın tutar. Savaş çığırtkanları bunu iyi bilir. Hazin hikâyeler onların namlularından dökülen kanla yazıldı. Artık yenileri yazılmasın. Geçen yirmi beş yıl, gelecek yirmi beş yılımız olmasın. Barış için yükselen sesler susmasın.

PİR SULTAN ABDAL ÖRGÜTÜNE DÜŞEN TARİHİ SORUMLULUK

ABF ve bağlı örgütlerimize, öncelikle Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetici ve üyelerine düşen tarihi bir görev bulunmaktadır. Demokratik Alevi Örgütlenmesine, Alevilerin tarihte bedeller ödeyerek kazandığı değerlere, tarihsel mirasa sahip çıkılmalıdır.
Öğretisini ve yolunu egemenlere, egemen olma isteğini düşünenlere karşı mücadele etme üzerine kurmuş, bu anlamda her egemen olanın ve iktidarın aynı zamanda baskıcı ve sömürücü olduğuna inanan, “bozuk düzende sağlam çark olmaz” diyerek bozuk düzenin çarkına su taşımayıp ondan uzak duran Aleviler, siyaset pazarında haraç mezat satılmaktadır.

9 Kasım 2008 tarihinde Ankara’da yapılan “Ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık mitingi”nden sonra yaşanan tartışmalar ve sonrasında ki gelişmelere baktığımızda, her yaştan Alevi kitlenin mitinge katılarak vermiş olduğu desteğin doğru algılanmadığını veya algılanmak istenmediğini gördüm. 24 Kasım 2008 tarihinde “Büyük yanılgılar her zaman tehlikelidir” diyerek sürece ilişkin değerlendirmelerde bulunup örgütlerimizi ve halkımızı uyarma sorumluluğunu hissettim. O uyarımda; Mitingin, Alevilerin kendi davasına sahip olma bilincini geliştirdiğini, özgüvenini tazelediğini, toplumsal muhalefetin en dibe vurduğu bir dönemde tüm demokrasi güçlerine moral verdiğini, bundan hareketle ABF’nin, tüm Alevi kurumlarımıza çağrı yapmasını ve bundan sonraki süreçte neler yapmaları gerektiğini programlamalarını, örgütler arasındaki tüm tartışma ve kırılganlıkların bir tarafa bırakılmasının gerekliliğini vurguladım. Bu saydıklarımın yerine, “zafer sarhoşluğu” içinde demeçler verildi, davranışlar gösterildi. Geçmişte başka kurumlarımız tarafından yapılan ve bizim eleştirdiğimiz yanlışlıklara, aynı yanlış yöntemle cevap verildi. Dost kurumlarla ilişkiler kişiselleştirildi, örgütsel ilişkilerin vazgeçilmezliği yerine kompleksli bir yönetim tarzı sergilendi.

Demokratik örgütlenmelerde, halk adına alınan yönetme ve mücadele etme görevi ve sorumluluğu, yine halkın vermiş olduğu güven ve dayanışma duygusu, yöneticilerin kişisel ve siyasal tercihlerine kurban edilemez.

Alevilerin hak taleplerinin, aynı zamanda siyasal talepler olduğu bir gerçektir. Fakat bu taleplerin yerine getirilmesi için iktidarlaşmamız gerekir tespiti ise bir manüpilasyondur, bir yanıltma girişimidir. Her biri “geçmişi solcu” olan ve sol kültürden beslenen yöneticilerimiz eğer devlet denen örgütlenmenin sınıfsal karakterini biliyorlarsa iktidara gelmiş olsalar bile bu düşlerini gerçekleştiremeyeceklerini biliyorlardır. Eğer bilmiyorlarsa zaten “solcu” ve sosyalist oldukları söylenemez.

Alevilerin ve tüm ezilenlerin taleplerini elde etme yöntemi, meşru mücadele yöntemidir. Tıpkı 9 Kasım 2008 ve 8 Kasım 2009’da alanlarda ve hayatın her alanında mücadelelerini yükselttikleri gibi. Bütün dünyadaki demokrasi ve devrim mücadele tarihlerine bakıldığında haklar, iktidarlar tarafından verilmemiştir. Kazanımlar, iktidarda kimin olduğuna bakılmaksızın verilen mücadeleler ve ödenen bedeller sonucu elde edilmiştir. Bunları burada tartışmak bile anlamsızdır.

Anadolu Alevi öğretisi sadece suni devlete karşı değildir. Her türlü dinsel ve inançsal devlete ve iktidarlara karşıdır. Şah HATAYİ Alevilerin yedi ulu ozanından biri olmasına karşılık, İran’da Şiiliği devlet dini yapıp iktidara gelen Şah İsmail Anadolu Alevilerince sahiplenilmemiştir.

Aleviler ve onların örgütlü gücü olan demokratik Alevi Örgütlenmesi de, kazanımlarını meşru mücadele yöntemiyle, alanlarda siyasal iktidarlara karşı kazanacaktır. Bunun için inanca, bilince ve dirence ihtiyaç vardır. Birde bu ilkeleri özümsemiş yöneticilere ihtiyaç vardır. Unutulmamalı ki halkımız her koşulda inançlı, bilinçli ve dirençli yöneticilerimizin yanında olacaktır.

“ Parti kurmak için imanla” birlikte, paraya da ihtiyaç vardır.

“Nasıl bir Türkiye istiyoruz” sorusundan hareketle örgütümüzde bir tartışma platformu yaratmak, toplumda bir enerji yaratmak doğru bir davranıştır. Fakat bundan hareketle bir siyasal partileşmeye gidilmesi ise “siyasi cambazlıktır”. Özellikle ABF ve bağlı örgütlerimiz, Pir Sultan Abdal Örgütlülüğü genel kurula doğru giderken, örgütlerin genel kurullarının iradesine başvurmadan böyle bir oluşumu oldu bittiye getirmek örgütsel ahlakla da bağdaşmaz. Öğretimizde Cem’i birlemek için Dede rızalık almadan Cem’i yürütmez iken, en azından genel kurul kararı almadan böyle bir tasarrufta bulunmak örgütlerimize zarar vermiştir.

ABF’ye düşen görev:
• ABF’nin kurumsal yapısını büyütmek, bağlı örgütler arasındaki sorunları çözmek,
• Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ile olan ilişkilerini yeniden düzenlemek ve güçlendirmek,
• Alevilerin temel talepleri için mücadele etmek,
• Tüm demokrasi güçleri ile dayanışmayı geliştirmektir.

Kişilerin siyaset yapma hakları ve özgürlükleri sonsuza kadar vardır. Fakat yöneticilerin böyle bir hakları yoktur. Pir Sultan Abdal Örgütlülüğü bugüne kadar bu konuda çok önemli bir tavrı olmuştur. Bütün seçim süreçlerinde aday olmak isteyenlerin örgütsel görevlerinden istifa etmeleri gerekiyordu. Bu tavır muhtarlık seçimi için bile geçerliydi. Yani siyaset yapmaya hiçbir engel yok, yalnızca örgütsel iradeyi oraya yansıtmalarına müsaade edilmezdi. Bu ilkeli tavır demokratik örgütlenmenin ruhuna ve Alevi Öğretisinin geleneğine uygun bir tavırdır. Bu güne kadar sıkça eleştirdiğimiz, Aleviliği siyasete pazarlık konusu ediyorlar diye yerden yere vurduğumuz kimi kişi ve örgütlerle aynı konuma gelinmiyor mu? Ama “biz solcuyuz” bizim hakkımız var mı denilecektir. “Biz Alevilerin sorunlarını çözmek için siyasete gireceğiz, siyaset yapacağız” diyenlere Alevilerin söyleyecek tek bir sözü olabilir. Gölge etmeyin, ihsanınız da sizin olsun.

Tercihlerini siyaset yapmak üzerine kullanmak isteyen tüm yöneticilerimizin derhal görevlerinden istifa etmeleri gerekmektedir.

Türkiye’nin sol, sosyalist bir yapıya ve oluşuma ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın karşılanmasının yöntemi, tarlalardan, fabrikalardan, atölyelerden ve varoşlardan örgütlenerek, kendi sorunlarını bilince çıkaran kitleler ve onların oluşturduğu örgütlenmelerle olur. Yoksa “biz sizin sorunlarınızı biliyoruz, onun için sizi kurtuluşa götürecek bir parti kurmaya çalışıyoruz” demek, üstten indirgemeci, diğer burjuva parti ve anlayışlardan hiçte farklı olmayan bir yaklaşımdır.

NOT: Daha önce Büyük Ortadoğu Projesi ve Aleviler adıyla bir makale yazmıştım. B.O.P. kapsamında Alevilerde yapılması öngörülen değişimler ve bunların öncülerine ilişkin bir değerlendirmede bulunmuştum. Örgüt içi söylenecek sözleri ve eleştirileri, kişilerle ilgili değerlendirmeleri burada tartışmayacağım. Ne yazık ki, gelişen ve büyüyen, aynı zamanda, ezilenlere umut olan, tüm egemenleri korkutan, Alevi örgütlenmesinin mücadelesini kırmak için bundan daha başarılı bir çalışmanın olamayacağını düşünüyorum. Demokratik Alevi Örgütlenmesine vermiş olduğunuz zarardan ve alanlara çıkan halkımızın güvenini kötüye kullanmanızdan kaynaklı olarak, birileri sizinle gurur duyacaktır.

Pir Sultan Abdal’ın bilinci, direnci ve inancıyla. 02.12.2009


İbrahim KARAKAYA
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
7 ve 8 Dönem Genel Sekreteri