24 Aralık 2009 Perşembe

ANNEN KAPIDA BİZİ BEKLİYOR OLACAKTI...

Zeynep yirmi yedi yaşında bir avukat. Şu an İran’da cezaevinde. Özgürlük düşlerinin peşinden gittiği için bir idam hükümlüsü. Belki de sizler bu yazıyı okuduğunuzda o aramızda olamayacakElimizde Zeynep’in hangi şartlarda yazdığını ve gönderdiğini bilmediğimiz birkaç satırlık bir mektubu var. Mektubunda “Beni savunacak bir avukatım bile yok” diyor. O bir avukat ama şimdi onu orada savunacak bir avukatı yok. Olsa dahi savunabilir mi, onu da bilmiyoruz. Devrim mahkemesi 14 Ocak 2009 tarihinde idam kararı verirken mahkeme hâkimi; “Sen Allah’ın düşmanısın. Çok yakında tüm Allah düşmanları gibi idam edileceksin” demiş. Zeynep ne yaptı da Allah’ın düşmanı oldu? Zeynep, Mako nüfusuna kayıtlı bir İran Kürdü. O İran’da yok sayılan ve hakları gasp edilen halkını savundu. Bu hakları elde etmek için mücadele etti. Mücadele ederken 2008 yılında Kirmanşan kentinde tutuklandı. Ve şimdi bir şeriat ülkesinde devrim mahkemesi tarafından sözde bir yargılama ile idama mahkûm edildi. Sanandaj Cezaevi’ndeki bir hücrede asılmayı bekliyor. Allah’ı savunmak gibi bir görev üstlenmiş bir iktidarın idam hükümlüsü. O Allah ki can almayı kullarına yasaklamış diyorlar. O Allah ki her şeye kadir diyorlar… Ve işte o Allah’ın ‘bekçiliğine’ soyunmuş İran mahkemesi Zeynep’i asacak. Zeynep’in ailesi, tutuklandığından beri kızlarını göremiyorlar. Zeynep: “Ben annem ve ailemden hatır istemek için hâkimden izin istedim. Hâkim ise bana ‘kapa çeneni’ diyerek isteğimi reddetti” diyor. Bunları 26 Kasım 2009 tarihli o birkaç satırlık mektubundan öğrenebildik. Mahkemeden istediği tek arzusu reddedilmiş. Annesini görememiş, görmesine izin verilmemiş. Zeynep’in mektubunu okuyunca ağlamak istedim, öyle hıçkıra hıçkıra. Hani bazen bir acı öyle oturur ki içinize benimkine öyle oturdu. Her çaresiz insan gibi kendimi hayallere vuruyorum. Bir gece vakti, elinden tutup seni alsaydım hücrenden. Hüzünlerden uzak seninle sokağa atsaydık kendimizi. Hücrende asılı bıraktığımız ceketinin sol yanına bütün hüzünleri ve kirleri bıraksaydık. Her oyun sonrası evin yolunu izleyen, çocukken bıraktığın ayak izlerini bulsaydık. Annen kapıda bizi bekliyor olacaktı. Sonra bütün o ayak izlerini silseydik. Hücrende bıraktığımız ceketinin cebindeki kirler ve hüzünler kilitli kalsaydı orada. Ama sen hala hücrendesin ve seni alıp annene götüremiyorum… Kilitli hücrene uzanabilseydim eğer annenin dokunamadığı yüzüne sürecektim yüzümü. Kaç aydır yıkanamayan yüzünü yüzümle yıkayacaktım. Annen gibi öpecektim, annen gibi kucaklayacaktım, annen gibi koklayacaktım. Belki sürmekten kanayacaktı yüzün, belki sarılmaktan nefessiz kalacaktın ve acıtacaktım seni. Arzu ettiğin görüşme gerçekleşecekti. Ben yağan yağmur kadar ağlayacaktım ipinceden. Sen gülecektin. Ne ben ağlayabildim ne de sen gülebildin oysa… Farzad Kmanfar’In yüreğİSen çıksaydın gecenin karasından bir ay gibi. Şimdi her gece pencereden yüzüne bakıyor olacaktım.Sonunda idam ipinin olduğu her gün ben üşüyor olacağım. Kendimi sokaklara salamayacağım. Keşke siyah saçlarında ben asılı kalsam ve idam ipi hiç boynuna geçmeseydi.Farzad Kmanfar da Zeynep gibi İran rejimi tarafından yargılandı ve idama mahkûm edildikten sonra asıldı. Şubat 2008 tarihinde İran’da idam edilen öğretmen Farzad Kmanfar idam edilmeden önce şöyle yazıyor bir mektubunda: “İşkence görmüş bir neslin son kişisi olacağımı umarak, yoluma çıkan bütün aşağılama, hakaret ve zulmü kalbimde kucaklarım (…) ve kalbimin, ondaki bütün sevgi ve tutkuyla birlikte bir çocuğa bağışlanmasına izin verin. Nerede olacağı fark etmez; Karon banklarında, Sabalaan Dağı yamaçlarında, doğu Sahara kenarlarında ve ya Zağros Dağları’nda; güneşin doğuşunu seyreden bir çocuk. Tek istediğim isyankâr, kıpır kıpır kalbimin, benden daha isyankârca kendi çocukluk arzularını aya ve yıldızlara ifşa edecek ve onlara sonradan bir yetişkin olarak ihanet etmeyeceğine dair onları tanık tutacak bir çocuğun göğsünde atmasına devam etmesidir. Hangi dili konuşuyor olursa olsun, kalbimin bir başkasının göğsünde atmasına izin verin.” Farzad Kmanfar’ın yüreği şimdi sende atıyor. Sen de Kmanfar gibi bütün aşağılama, hakaret ve zulmü kalbinde kucakladın. Şimdi Kmanfar’ın sende atan kalbi Amed burçlarında, Süleymaniye sokaklarında, Zağros Dağları’nda çocukların sesinde yaşıyor.Kmanfar’ın arzusu yaşasın ve kalbi atmaya devam etsin.Bunun için hepimize biraz çaba düşüyor. İdamların durdurulması için aşağıdaki adrese siz de bir imza atın!
HALİL SAVDA (*)*) Vicdani Retçi idamla.mucadele.insiyatifi@gmail.com

19 Aralık 2009 Cumartesi

HASAN-I BASRİ

Hastalar giderek ederler dua
İyileşip gelir Hasan Basri'den
Cüher alıp şifa katarlar suya
Canlar uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Turnalar gelirken Urum Elinden
Bülbülün derdi var gonca gülünden
Güvercin donunda Haca Bektaş'tan
Kuşlar uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Kurbanlar kesilip lokma yapılır
Kafir Müslüman demez ona inanır
Erenler olduğu için tapılır
Dostlar uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Nevzat Hasan Basri sırrına erdi
Sır olan kırkların Cemine gerdi
Piri Şahı Merdan Ali'yi gördü
Erler uğrar Pirim Hasan Basri'ye

Nevazat ÖZDEMİR /Malatya

14 Aralık 2009 Pazartesi

10 MUHARREM'İN (AŞÜRA)TARİHTEKİ ANLAMI





10 Muharem'in (Âşûrâ) Tarihteki Anlamı
Rıza AYDIN
“Allah bana haber verse
Yezid’de suç yoktur dese
Ben böyle istedim dese
Ona lahnet ona lahnet” Feyzullah ÇINAR-
Bana lahnet. Kalan Müzik arşiv serisi Anadolu’da Kızılbaş – Alevi diye adlandırılan toplumlarca, Muharrem ayının ilk 12 günü yas-ı matem günleridir; bu on iki gün boyunca cem olup (bir araya gelip) muhabbet eden canlar Hüseyin'in Kerbela’daki direncini, Yezit’in bunlara yaptığı vahşeti anarak bu vesile ile tarihsel bilinçlerini tazelerler.
Bizim yörede, çeşitli zamanlarda çeşitli amaçlar için cem yapılır(dı). Bunlara yapılış amaçlarına uygun adlar verilirdi ya da verilirmiş. Bunlar; Abdal Musa Cemi, Hızır Cemi, Adak Cemi, Görgü Cemi, Aşura Cemi ile Muhabbet Cemleri dir.
Her yıl, zamanı gelince mutlaka olan cemler, Abdal Musa Cemi ile Hızır Cemi dir; bunlar her yıl yaklaşık olarak aynı mevsimde yapılırdı. Hızır Cemi kışın bitip, karların kalkmasının istendiği sıralarda yapılırdı, bu cemde kurban edilmez, mihmanlara çörek-börek ikram edilir, birde Gavut Topu yapılırdı, cemde garba yelinin esmesi için dualar edilirdi; buna Gavut Cemi de dediğimiz olurdu. “Garba Yeli” esince karları eriten bir yeldi. Mevsimi gelince bu yelin eseceği sırada Hıdır Ellez Cemi olur gavut yoğrulurdu. Abdal Musa Cemi Kış ayına denk gelirdi.
Bunun dışında görgü olup (görülüp) yola girecek kişiler için Görgü Cemi yapılır, düşkünler, dargınlar burada görülürdü, buda ihtiyaca göre yapılırdı. Adak kurbanları da böyle ihtiyaca göre adak adayan kişinin isteğine göre yapılırdı. “İhtiyaç hasıl oldukça” yapılan birde Muhabbet Cemleri, muhabbet için yapılan toplantılar vardı. Muhabbet erbabı bir aşığın ya da bir dedenin mihman olarak geldiğinde, onunla konuşmak için köylü toplanıp cem olurdu. Böylesi bir konuk geldiğinde, o konuğun bir konak evi, yani misafir kaldığı bir evi olurdu, o mihman, konuk olduğu o hanede kalırdı ama o konuğu her hane evine davet ederek, bir muhabbet sofrası kurar o mihman vesilesiyle köylüyü toplayarak (Cem olup) birlikte yemek yenir muhabbetler edilirdi. Öyle konuklar olurdu ki geldikleri köyde bir ay, iki ay, bazen daha da fazla o köyde kalır, bu süre içinde de her hanede bir gün muhabbet ceminin olmasına vesile olurdu. Bu muhabbet cemleri de -babamın tabiriyle söylersem - “ihtiyaç hâsıl oldukça olurdu.”
Bugün geriye baktığımda, bu Muhabbet Cemleri sayesinde Nesimi'nin “Gerçek aslımız sorarsan /biz muhabbetten geliriz / Kabdan kaba süzülerek aşk ile hasıl oluruz” dediği gibi, bu kültürün, yöreden yöreye, kuşaktan kuşağa süzüle süzüle yetkinleşerek bu günlere gelmesi sağlanmış diyorum. Bu muhabbet cemleri bize oturmamızı, kalkmamızı, söze nasıl kadir olunup nasıl konuşmamız gerektiğini, bir kişinin gönlünün nasıl alınacağını, yememizi, içmemizi, gelen bir dostu – mihmanı nasıl ağırlamamız gerektiğini bize gösterirdi; kısacası bunlar farkında olunmadan geleneğin gücüyle yaşamın içinde bizlere öğretilirdi. Burada destursuz yenilip içilmez, destursuz konuşulmazdı, oturmadan kalkmaya her işin bir adabı vardı. Bir ozanımız “Aşığın derdi çok amma / Sırrın ishar eylemez / Söylemesi terki edep / Çünkü destur olmadan” dediği gibi, bu cemlerde insana dair - Aleviliğe dair aklınıza gelebilecek her şey muhabbete konu olur, usulünce üzerinde muhabbetler edilip tartışılırdı.
Muhabbette sınır yoktu. Öyle olurdu ki bu muhabbetlerde aşığın söylediği deyişin bir sözü konuşulur, burada murat edilenin ne olduğu, hatta bunun şöyle dense daha uygun olmaz mıydı? diye o deyiş üzerine iyileştirmeler onarmalar yapılırdı. Bu yüzden deyişlerimiz bu tarihsel yolculuğumuz sırasında her geçen gün olgunlaşarak bu günlere gelmişlerdir. Anadolu’da oluşan bu kültürel söylem birliğinin, ortak dilin oluşmasında, ortaklaştığımız bu duyguların gelişmesinde bu muhabbet cemlerimizin, bu muhabbet cemlerinde bulunan gezici ozanların, Dedelerin büyük katkısı olmuştur. Tekkelerde, ocaklarda yetkinleşen muhabbet erbabı Dedeler - Âşıklar buradan aldıkları ışığı bütün cem-i cümle yaymak için, bu muhabbetin asaletini yeniden bu âleme hakim kılmak için “baş açık ayak yalın” diyardan diyara dolaşarak bu kültür elçiliğini, bu kültürün taşınmasını hakkıyla yerine getirmişlerdir. İrşad edilen kişinin işi, aldığı o ışığı başka bir cana da yayıp onu da irşad etmesidir. Bunu yapmak için o kişi, ruhunun bütün güzelliklerinden yararlanarak onu ortaya koyardı; güzel - güzel konuşur, bunun için sazlardan, semahlardan, ozanların dizelerinden, bu yolun yolcusu olup bu topluma malolmuş bu yolla ismi özdeşleşmiş kişilerin sözlerinden yararlanırdı. Örneğin, Emlek bölgesinin Kızılbaş köylerinde muhabbet cemlerinde bulunan bu muhabbet erbabı kişiler dedeler- âşıklar buradan kalkıp Kaz dağlarındaki Kızılbaş köylerine de konuk olur buralardan topladığı bilgiyi, görgüyü dili, edebiyatı oralara da taşırlardı. Alevilerdeki bu ortak duyuşun düşünüşün nedeni budur. Bu yüzden, Nesimi o dizelerinde dile getirdiği hakikatten dolayı yerden göğe kadar haklıdır. Bizim gerçek aslımızı sorup merak edenler olursa, işte bu muhabbetlere baksınlar; her şey burada gizli.
Muharrem yası matemi her yıl değişik zamanlarda olurdu ama mutlaka yapılırdı. Bu ayda yapılan muhabbetlerin ağırlıklı konusu Muharrem ÂŞÛRÂ olayıydı. Şehirlerde demokratik Alevi hareketini oluşturan dernekler süreci başladığından bu yana bu Muharrem Sohbetlerini derneklerimizde ya da derneklerimizin düzenlediği ev ortamlarımızda yapıyoruz. Bu muhabbetlerimizde, insanlığa ait, bizlere ait her şey gündeme gelip üzerine muhabbet edilse de ağırlıklı gündem konumuz Âşûra oluyor. Burada maksat Hüseyin’i anlamak, bunun için empati (duygudaşlık) yaparak onu hissetmektir. Bunun için O’nun gibi aç susuz kalınır. Bu asla Ramazan orucuyla karıştırılmamalıdır. Bu klasik bir oruç değildir, Nesimi’nin “biz bir oruç tutarız ramazana benzemez” dediği gibi bu ona hiç mi hiç benzemez. Burada önemli olan Hüseyin'i hissetmek, O’nun gibi aç susuz kalıp onun gibi haksızın, arsızın karşısında eğilmemeyi bükülmemeyi haksıza boyun eğmemeyi öğrenmektir. Hüseyni direnişin özü budur. Kızılbaş, Hüseyin gibi tek başına olup darda kaldığı zaman Hüseyni düşünür, aklına Pir Sultan gelir. O güçsüzde olsa, esirde düşse, ipe de çekilse doğru yolundan sapmaz, haksızın karşısında eğilmez, bükülmez onuruyla yaşamak için gerekirse canını yoluna koyar; Hüseyin’den Pir Sultan'a, Pir Sultan'dan Nesimi'ye, Nesimi'den Seyit Rıza’ya, Seyit Rıza'dan Hüseyin İnan'a; ondan ona, ondan buna, onlardan da günümüzün Kızılbaşlarına uzanan onurlu çizginin özü budur. Bu yüzden Pir Sultan “Şimdi bizim aramıza / Yola boyun veren gelsin / Sevdasıyla dalgasıyla hakikati bilen gelsin / Kişi halden anlayınca Hakikati dinleyince / Üstüne yol uğrayınca ayrılmayıp duran gelsin / Pir Sultanım Çelebiye / Eyvallahım var Veliye / Yoldaşına yol diliyle / Yolun sırrın soran gelsin” diyor. Bu muhabbet cemlerinde işlenilen öz budur.
Muharrem ayı boyunca, ele bıçak alınmaz, bir canlının canı incitilmez, su içilmez. O ayda köylünün bir malı hastalansa onu kesmez ölürse mundar ölür, ağaç bile budanmaz.
Aşura, Muharrem ayının onuncu günü demek, Aşur Arap dilinde on, onuncu demek; bu deyim, bu söyleniş buradan geliyor. Bizim 12 Eylül, 12 Mart dediğimiz gibi, o gün onlarda yaşanılan bu olayı anmak için bu adı verilmişler, kısaca Âşûrâ ONUNCU GÜN demişler. Peki, ne olmuş bu Muharremin onuncu gününde. Şu olmuş: aynı zamanda Sünnilerin Halifesi de olan, bu göreve yani Emevi Tahtına babası Muaviye’den sonra gecen Halife Yezit (Yani 6. Halife) iktidarının önünde bir engel olarak gördüğü Hz. Muhammed’in torunu, İmam Ali ile Fatima’nın oğlu İmam Hüseyin'in kellesini Kerbela’da kestirmiş. Hüseyin'in kellesini bir sancağa takarak Kerbela’dan Başkentleri olan Şam’a götürüp, Şam sokaklarında Hüseyin'in kellesiyle top oynar gibi oynayıp eğlenmişler. Bu zihniyetin sonunda Hüseyin'in kesik başı Halife Yezid'in sarayına getirilip bir tepsi içinde Halifelik makamında oturan Yezid’e sunulmuş. Orada “Elerindeki değnekle Hüseyin'in dişlerine vurduklarını, sonrada Halife’nin şu şiiri söylediği” bilinir: “Keşke Bedir'de bulunan büyüklerim sağ olsalardı da bu hâli görselerdi ve sonra da bana, sevinerek, elin vâr olsun diye seslenselerdi. Toplumun ulularını öldürdük, toplumun öcünü aldık; Hâşimoğulları saltanatla oynadılar; yoksa ne gelen bir haber var, ne inen bir vahiy. Bende anamın oğlu olmayayım Ahmed oğullarından yaptıkları işlerin öcünü almazsam.” Halife Yezid'in önderliğindeki Emeviler bunu bir zafer olarak görüp, o günü bayram günü ilan ederek, bu günü her yıl bayram diye kutlamışlar. İşte bu vahşetin yaşandığı gün, Muharrem ayının onuncu günüymüş; on muharrem yani âşûrâ tabiri oradan kalmış; bu olayın yaşandığı tarihi zaman dilimi ise; İsa’nın doğumundan 680 yıl, Muhammed’in Mekke’den Medine'ye göçmesinden 61 yıl sonrasıdır. Bu tarihi, bugünkü kullandığımız güneş yılı ile anlamak ya da öyle kavramak istersek bu vahşet İsa’nın Doğumundan sonra 680 yıl sonra 18 Ekim’de yaşanmış. Araplar ay takvimi kullanırlar, Kameri denilen bu ay takviminde bir yıl 354 gün olduğundan dolayı bu ay her yıl 11 gün önce gelir; yani Hicri de denilen Kameri ay takvimine göre hesaplanan Âşûrâ - On Muharrem günü bu yüzden her yılın değişik zaman dilimlerinde gelmektedir.
Bir ara, Hüseyin'in anılmasını, her yıl onun tam olarak şehit edildiği 18 Ekim de yapalım diye önerilmişti; ama bu öneri sonraları gündemden düştü. Niye gündemden düştü onu bilmiyorum. Sanırım gelenekleşmiş anlayıştan kopulamadı. Bu konu ilerde belki yine gündeme gelip tartışılır, biz burada kafamızdaki şu bilmeceyi (sorunu) söylemden geçmeyelim: Tarih kayıtları tutulurken, İncil miladi denilen takvimi esas alarak tarihi belirliyor, Kur’an’a –eskiden beri Arapların kullandığı- kameri denilen ay takvimini esas alarak tarihlerini belirliyor bunlar açık ama, Allah’ın esas aldığı takvimin nasıl bir şey olduğunu yâ da bunlardan hangisine bağlı kaldığını henüz bilmiyoruz; en azından benim ciddi kuşkularım var.
Bu önemli olayı bu olaydan sonra Emevi devletinin resmi güçleri ile buna karşı olanlarca kendi çıkarlarına, kendi duyuş kendi düşünüş şekillerine göre, yani onların kendi anlayışlarına, kendi kavrayışlarına uygun olarak anılmış. Bu iki kutbun bu olaya nasıl görüp bunu nasıl andığına kısaca bakalım:
Bu olay, Emevi Hükümdarı olan 6. Halife Yezit ile onun taraftarları tarafından hayırlı bir olay olarak anılıp, Âşûrâ günü bayram günü olarak ilan edilmiş. Çünkü bu olayla Yezit’in Emevi imparatorluğunu kurmasının önünde hiçbir engel kalmamış, Yezid'in dolayısıyla da Emevi iktidarının önü açılmıştı. Emevi devleti resmi olarak 661 yılında kurulmuş 750 yılında yıkılmıştır ama etkileri onun mantığı daha uzun bir süre bilinçlerde yer etmiştir. Yaklaşık olarak bir asır süren Emevi iktidarı boyunca topluma empoze edilen bu zihniyetin etkileri insanlık tarihinin bilincinde derin izler bırakmıştır, kolay kolayda silinememektedir. Çünkü bu süre İnsanlığın bilinci açısından çok uzun bir süredir bu yüzden insanlığın bilincinde söküp atmak kolay değildir. Bunların koyduğu kurallar, yaptıkları propagandalarının etkileri günümüzde de hala sürmektedir. Bu etkiyi birçok yerde görmek mümkündür.
Emeviler iktidarları boyunca bayram günü olarak kutladıkları Âşûrâ gününün, dünyadaki hayırlara vesile olan en önemli gün olduğunun propagandasını yapmışlardır. Emevi Propagandasına göre, bu Âşûrâ günü öyle hayırlı, öyle kutsal bir gündür ki, bu gün gözlerine sürme çekerlerin gözleri bir daha ağrı görmeyecektir, o gün evine, eşine dostuna coluğuna çocuğuna bir şeyler alanın evine darlık girmeyecektir, çünkü bugün yapılan her iş hayırlı, her iş kutsal olduğu için Yüce Allah’ın bu zaferi, (Hüseyin'in Kerbela’da yenilmesini) Yezit’in ordularına bugün nasip ettiğini söyleye gelmişlerdir. Emevi devletinin taraftarlarına göre on Muharrem (yani Âşûrâ) öyle bir kutsal gündür ki bu güne kadar ki bütün iyiliklere vesile olan gelişmeler, insanlığa faydalı olan bütün kutsal günler, örneğin bütün peygamberlerin doğum günleri bu güne denk gelmiştir; insanlığa faydalı olan her şey bu gün başlamıştır. Bu yüzden Yüce Allah bu zaferi Yezit’ın ordularına kutsal Âşûrâ günü nasip etmiştir; çünkü bu gün hayırlara vesile olmuş, hayırlı bir gündür. Emevi propagandistleri bir asır’a yakın iktidarları boyunca 10 Muharrem'de (Âşûra gününde) olan hayırlı günleri şöyle anlatırlarmış:
“KUTSAL KİTAPLARDA VE TARİHTE 10 MUHARREM:
Arapça'da 10 "Aşr" demektir, Aşura'da 10 Muharremdir. Kutsal kabul edilen kitaplarda, Mısır, Sümer ve Hitit tabletlerinde tarihin önemli olaylarına yapılan atıflar hep muharrem ayınaözellikle de 10 Muharrem'e verilen önemi, kutsallığı anlatır. Bu günde şunlar olmuştur:
1- Adem'in Havva ile buluştuğu gün.
2- Nuh'un tufandan kurtulduğu ve gemisinde kalan yiyeceklerden"AŞURA" pişirdiği gün.
3- Hz.İbrahim'in Nemrud'un attığı ateşten kurtulduğu gün.
4- İshak veya İsmail Peygamberin kurban olmaktan kurtulduğu gün.
5- Yakup'un oğlu Yusuf'a kavuştuğu ve gözlerinin tekrar görmeye başladığı gün.
6- Eyyüb'ün ağır dertlerinden kurtulduğu gün.
7- Yunus'un balığın karnından kurtulduğu gün.
8- Musa'nın Firavun'un gazabından kaçarken Kızıldeniz'in yarılıp kendisine yol verdiği gün.
9- İsa'nın semaya (Göğe) çekildiği kabul edilen gün.
10- Hz. Muhammed'in Mekkelilerin zulmünden kurtulmak için Mekke'den Medine'ye Hicret ettiği (göçtüğü) gün.
Saydığımız bütün bu önemli olaylar Muharrem ayı içerisinde, özellikle 10 Muharrem "AŞURA" günü meydana geldiği, eski kadim toplumların kitabelerinde, tabletlerinde ve kutsal kabul edilen kitaplarda (Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an) geçmektedir.
Rivayete göre Hz. Muhammed Mekke'den Medine'ye 10 Muharrem günü Hicret etmişti. Medine'ye vardığında Yahudi'lerin "AŞURA" orucu tuttuğunu görünce nedenini sordu. Yahudiler Tanrı'nın bu günde Hz.Musa'yı ve "Ben'i İsrail'i" Firavun'un zulmünden koruduğu gündür. Hz. Musa şükür için oruç tutardı, bizde tutarız dediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed "Biz Musa'ya sizlerden daha yakınız diyerek O'da oruç tuttu, ashabına da tutturdu ve "AŞURA" pişirip dağıttı. (Sahih-i Buhari Hadis no:945.DİB yayınları)”.
Bu alıntıyı, 10 Muharremi (yani Âşûrâ gününü) anlatan Alevi bir dostumuzun yazısından aldım. Ama ne acıdır ki bazı alevi arkadaşlar gibi o da bu Emevi propagandasının doğruluğuna inanmış. Hem bu dostumuz rencide olmasın hem de boşu boşuna bir tartışma yaratmayım diye bu dostumuzun adını anmıyorum. Ama bilinmeli ki bu kuyruklu yalanların kaynağı Buhari. Tarihin hiçbir döneminde yalan söyleyenden vergi alınmadığı gibi Buhari’de bu hizmetlerinden dolayı ödüllendirilmiş. Tarihi sorgulamadan olduğu gibi kabul edersek bu tür kazalar ne yazık ki hep başımıza gelecek. Anılan kitapların sonundaki fihristlere bakarsanız Âşûrâ sözcüğünün ne Kur’an ne Tevrat’ta ne de Zebur’da geçmediğini göreceksiniz. Buhari’nin söylediklerinin gerçekle bir akrabalığı olsaydı bu söz en azından Kur’an’da bir kez bari anılırdı buralarda âşûrâ diye bir sözcük geçmiyor, merak eden bu kitapların sonundaki indekslere baksın.
Bu Emevi anlayışının bir etkisi olarak, bugün hala, ÂŞÛRÂ denilince aklına tatlı çorbayı getirenler var. Geçtiğimiz yıllardan birinde Türk Hava Yollarının çıkardığı dergide AŞURA başlığı altında sadece Aşura aşı tanıtılıyordu. O zamanlar bunu ibreti alem için eşe dosta göstermiştik. İşte bu, bu Emevi anlayışının bir kalıntısıdır.
Bu Emevi propagandasının yalan olduğunu ben her yıl lisanî münasiple anlatırım; bunun içinde aşağıda aktaracağım Abdülbâki Gölpınarlı'nın yazısını internette yayınlarım, eşe dosta gönderirim. Geçen yıl âşûre gününe denk gelen, SÜREK DERGİSİ’nin o ayki sayısında da bu yayınlandı ama ne acıdır ki bunu en yakınımızda olan dostlarımıza bile anlatamamışız. Hala bu kuyruklu yalanları, adi propagandayı bize yapıyorlar.
Bakın, bu konularda derin bilgisi olduğuna inandığım A. Gölpınarlı şöyle diyor:
“Âşûrâ, Arapça onuncu gün anlamına gelir; (Arap takvimine göre düzenlenen), Hicri yılının ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu gününe bu ad verilir. Hicretin 61. yılı Muharremin onuncu günü ( Miladi:18 Ekim 680), İmam Hüseyin, Muâviye’nin oğlu Yezîd’in emriyle Kerbelâ’da Kufe ve Şam ehlinin büyük bir ordusu tarafından, kendisine uyanlarla (yanında bulunan 72 kişiyle) beraber şehîd edilmiştir. Bunu unutmayan, her yıl, bu yası tazeleyerek Ümeyye oğullarına düşmanlığı güçlendiren Ehlibeyt taraftarlarına karşı, o günü bir bayram günü -olarak- tanıtma gayretine düşen karşı taraf da, Âdem Peygamber’in o gün yaratıldığına, yerlerin, göklerin, Cebrâil’in, meleklerin o gün halk edildiğine, Nuh Peygamber’in o gün tufandan kurtulduğuna, Yusuf’un o gün zindandan çıktığına, Yakub’un gözlerinin –o gün- açıldığına, Yunus’un balık karnından –o gün- halâs olduğuna, bütün peygamberlerin, dertlerden, belâlardan o gün halâs olduğuna, o gün sürme çekenin göz ağrısı görmeyeceğine, ehline – ayâline bir şeyler, evine yiyecek – içecek alanın, darlık çekmeyeceğine... hâsılı o günün bir bayram günü olduğuna, hattâ Hazreti Peygamber’in o gün doğduğuna dair hadisler uydurmuşlar, o günü bir bayram günü gibi kutlamışlardır ( Süyûti: El Leâl’il- Masnûa Fi’l- Ahâdis’il Mevzûa: Kahire 1317.c. s.61-64). Aliyy’ul – Kaari de bu yalan hadislerin bir kısmını “ Mevzûâtu Kebir” inde nakleder ve bunların, İmâm Hüseyin’in katilleri tarafından uydurulduğunu da bildirir. ...
Bütün bunlara rağmen gene de Ehl-i Sünnet arasında, o gün Nuh Peygamberin gemisinin karaya oturduğu, gemide kalan hubûbâtı karıştırarak bir “Selamet Çorbası” yaptığı inancı yayılmış, aşure yapmak, eşe dosta dağıtmak, bir adet olup kalmıştır.” Abdülbâki Gölpınarlı. “Tasavvuf’tan dilimize geçen Deyimler ve Atasözleri”.
Emevi iktidarına karşı olanlar -her hangi bir nedenle olursa olsun ona karşı olanlar-, Hüseyin'i sevenler, Şiiler, Kızılbaşlar – Aleviler Muharrem ayını hep yas ayı, Hüseyin'in matem ayı olarak anıp bu vahşetinden dolayı hem Yezit’i hem de Emevi iktidarına lanetleyip kınamışlardır. Önceleri bu anmalar Kerbela’da yapılır, bunun için oraya gidilirmiş, Hüseyin'in torunu İmam Bakır “Her gün Âşûrâ, her yer Kerbala” diyerek bu anmanın her gün her yerde yapılması gerektiğini söyleyerek önemli bir çığır açmıştır.
Kızılbaşların bu konuya nasıl baktığına gelince: Kızılbaşlar hayır ile şerrin Hak’tan geldiğine inanmazlar. Bu tartışma, adı dillere destan HÜSNİYE adlı kitabın “Hayır ve Şer Hakkında Tartışma” adlı bölümünde uzun uzadıya yapılır. Uzunca tartışılan bu bölümün bir yerinde Hüsniye, şöyle diyor: “Peygambere kadere inananların kimler olduğunu sorduklarında, ondan şu cevabı aldılar: “Hem kötülük yapıp hem de bu fillerinin sorumlusu olarak Allah’ı gösterenlerdir. Allah, yapacağımız kötülükleri ezelden yazmış, çizmiş diyenlerdir.” Hüsniye kitabı Harun Reşid’in Sarayında Sünni ulema ile Hüsniye’nin yapmış olduğu tartışmayı nakleden bir kitaptır. Bu tartışmada şöyle diyor Hüsniye, “Allah kâfiri kâfir, küfrü küfür olarak yaratmış olsa, kâfirin iman getirmeye gücü ve imkânı olmaz. Buna rağmen, kendisinin yaratıp taktir ettiği küfr için kâfire işkence eder ve azap çektirirse, bu açık bir zulüm olur... Bir çocuğun elini bağlayıp suya attıktan sonra, çıkarıp, niçin elbiseni ıslattın diye dövmek zulüm ve gaddarlık değil de nedir? … Allah küfrü kâfirde, zulmü zalimde ve kötülüğü kötüde yaratmış olsaydı, insanları peygamberler aracılığıyla doğru yola davet etmek saçma bir davranış olmaz mıydı? … Eğer Allah kâfirin küfrünü kâfirde yaratmış olsaydı, kâfirler bu davranışlarıyla Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmiş olurlardı. Çünkü madem onların öyle olmasını Allah istemiştir, küfürleri Alah’ın emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir.” Lütfi Kaleli bu konuda “Şah Hatayi ve Pir Sultan” adılı kitabında: “İnsanları iyiliğin ve kötülüğün Tanrıdan geldiğine inandırmak kötülük yapanları korumak demektir” diyor. Hamdullah Çelebi’ye, yargılanması sırasında, Kadılar bu konuyu da soruyorlar, o mahkemedeki bu tartışmanın o bölümünü olduğu gibi buraya alıyorum:
Kadı: “Şeyh Efendi, hem Allah’a inanıyoruz diyorsun, hem hayr-ı şerik-i min Allah-ı teâlaya inanmıyorsunuz. Hayrın, şerrin Allah’tan geldiğine niçin inanmıyorsun? Bu sapıklık değil mi? Bu küfür değil mi?”
Hamdullah Çelebi’nin cevabı: “Efendi Kadı Hazretleri, Allah hayır yaratır, çünkü bizim yaradılışımız fitrat-ı ilahi hayırdır. Görmemiz, duymamız, söylememiz, yememiz, içmemiz, gözümüz, kulağımız, hayırdır. Elimiz, ayağımız hayır için yaratılmıştır. Kişi bunlarla yaptığı kötülükten mesuldür. Allah’ın adı ve sıfatları içinde acıyan, bağışlayan, esirgeyen, seven, af eden, nimet veren adları olduğu halde şer veren şeyler, kötü, kötülük, şer adı yoktur.
Kötü olayın faili fiildir. Suçlu o fiili işleyendir. Mücrim mahkemeye geldiğinde kadı cezayı mücrime verir. Allah’tan geldi şeytandan geldi diye başka fail aramaz."
Niğde’den Gelen Müftü: “Şeyh Efendi, Allah’tan kork, Peygamberden utan! Her şeyi yaratan Allah’ın kuvvet ve kudretine küfrü kafirlik yapıyorsun. Hayrı şerri, kazayı kaderi yaratan Allah’tır. Küllü şeyin halikin ayetine inkârın var senin.”
Hamdullah Çelebi’nin cevabı: “ Efendi Müftü Hazretleri, insan hayra da şerre de bizzat kendisi vesiledir. Hayrı da kendi yaratır. Şerri de kendi yaratır.
Hayrı yaratıp hayırlı hayır iş yapana Allah ecri lütüf verir, hayırdan faydalanan kullardan dua alır. Mükâfat, devlet maaşı, taltif alır. Şerri yaratan şer iş yapar. Şerri işleyen Allah’tan günah cezası alır. Kullardan beddua ve hapis cezası alır.
Kişi kazayı da kendi yaratır. Mesul kendisi tutulur. Biz Müslümanlar kadere inanmayız. Eskiden beri kaderci değiliz. Bize böyle yerleşmiş böyle devam eder.
Biz Müslümanlar her işimizde Allah adını anarak, Allah adına hayır işleri yaparız. Şer iş ise Allah adına Allah namı hesabına yapılmaz. Bu da böyle biline.”
Eğer hayır ile şer Allah’tan gelseydi, Hüseyin'in büyüklüğünün de sebebi Allah olacaktı, Kerbela’daki vahşeti yaşatan Yezidin vahşetinin sorumlusu da yine Allah olacaktı. Burada hiç biride ne kahraman nede suçlu diye nitelenemeyecekti. Çünkü bu bir tiyatro sahnesinden farksız olacaktı; bir tiyatroda sahnede oyun oynayanlar değil o oyunda o eserin yazarı - senaristi sorumludur. Her oyunda, rol alan herkes senaryodaki kendilerine verilen role göre rollerinin gereğini yaparlar, bunda bir sorumlulukları olmaz; bu rollerinden dolayı suçlanamazlar.
İşte bu tartışmalara bir şiirle yanıt veren Feyzullah Çınar şöyle diyor:
“Allah bana haber verse / Yezid’de suç yoktur dese / Ben böyle istedim dese / Ona lahnet ona lahnet.” Feyzullah Çınar’ın Arşiv kaseti - Kalan yayınları.
Âşûrâ bir yazgı değil tarihi süreçlerin sonucu yaşanılan bir dram bir vahşetin yıldönümüdür. Aleviler bu olayın yasını tutup bunu anarak hem bilinçlerini tazelerler, hem uğradıkları travmaya karşı ruhlarını rahatlatırlar, hem de bu vesileyle insanlığın böyle bir şeyi bir daha yaşamaması için çalışırlar. Konu birçok açıdan değerlendirilebilir ama biz bu günlük konunun bu yanını aydınlatmakla yetineceğiz. Çünkü hem bu yazının yayınlanacağı derginin sayfalarındaki yerimiz bu kadar hem de okurumuz şimdilik uzun uzadıya yayılmış yazıları okumaya alışkın değil. Sözü köyümüzden derlediğim iki nefesle bağlıyorum.
Aşk ola.
Bugün mahi muharrem yası matem Ali evlattır
Hüseynin matemidir ağlayacak vakti sahattir
Tutar matemini bizle şahidanı diri etmez
Hüseynin matemini tutmak mühip bana ibadettir

Derildi kerbelaya ehli Küffe askeri Şamlar
Hüseyin Ali eshabın şehit eylediler cümle
Suzuz koydu nihayette o şaha kıldılar hamle
Nazar kıl ya Muhammet gör bu ümmetler ne ümmettir

Şimil melun çekip hançer hüseynin başını kesti
O mundar payını (ayağını) şahın mübarek başına bastı
Hicap eylemedi haktan o nazik başını kesti
Nasıl kıydı behey zalim bu evladı Muhammettir

Hüseynin başını alıp ehli beytin yanına vardı
Bakıp çün hazreti Zeynep Hüseynin başını gördü
Dizinin üstüne alıp yüzünü yüzüne sürdü
Dediki vvaaahh ciğer köşem bu haletler ne halettir

Ümmül Gülsüm kapanıp yerlere hem bağrı tutuştu
Gelip feryada Şehriban gözünden kanlı yaş saçtı
Anı görüp ehli beytin içine bir velvele düştü
Nazar kıl ya Muhammet gör bu ümmetler ne ümmettir

Figan etti İmam Zeynel yetim kaldım dedi yarap
Anı gördü hemen katletmeye vardı o Şimil kelp
İmamın üstüne düştü o demde hazreti Zeynep
Dedi zalim gel insaf et elin çek gayri mürvettir

Egahi eyle efkarı Hüseynin derdine ağla
Gece gündüz hemen durma yana yana yana ağla
Tefekkür eyle ol şaha uyu ağla uyan ağla
Çihanda dert çok amma Hüseynin derdi kat katır.

Not: Aşık bunu cemde söylerken her kıtanın sonuna nakarat gibi kendinden şu dizeleri eklemiş:
Ya niçin ağlamayım inlemeyim ah
Ya niçin ben bağrımı dövmeyeyim vah bana vah
Kaynak: Aşık Hasan Aydın

Kufeliler mektup saldı ya Hüseyin gel deyi
Cettine ikrar vermişiz bunu böyle bil deyi
Bütün biyata hazırız bize imam ol deyi
Gel diyerek getirdiniz ben garibim kıymayın

Atların ayağı altında şehitlerin her biri
Göğdeki melekler ağlaşır zari zai
Pare pare eylediniz oğlum Ali Ekberi
Hemdikestim hem yetimim hem garibim kıymayın

Şehribanı Zülcanah ile durmayıp avdet eyle
Revzayı Resulullahta dedeme selam söyle
Hangi peygamber ümmeti cefalar kıldı böyle
Ben Muhammedin torunu Şah Hüseynim kıymayın

Dedem Muhammet Mustafa anam Fatime bilin
Atam Aliyel Murtaza doğru Iraka gelin
Susuzluktan bitap oldum bana merhamet kılın
Ben Muhammedin Torunu Şah Hüseynim kıymayın

Söylen nazlı Sakinemi ne haldedir göreyim
Belalı bacım Zeynebin ahvalini sorayım
Son olarak şu meydana yek başıma gireyim
Ehli eyalim perişan ben garibim kıymayın

AŞİK HÜSEYİN dergahına yüz sürüp durdu egah
Nası ağlamasın gözüm çünkü şehit oldu şah
Bu sözümde hilafım yok ancak şahidim Allah
Ben Muhammedin torunu şah Hüseynim kıymayın

Bu nefesi anam Kaymaklı Navruz Aydın’dan yazdım.
Rıza Aydın

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN

SENİ SEVDİM GÖNÜL DARIMDA

DARIM MANSURDUR SEVERİM

DOST MECLİSİNDE ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN



ŞAH-I VELAYETİ ENBİYADA

EVLİYALAR ŞEHRİNDE GÖNÜLLERDE

SENİN AŞKINA YANDIM ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN



RESULLAHIN AŞKIDIR GÖNLÜMDE

MENZİLİMDE KIRKLAR MEYDANINDA

MEYDAN AŞKINA YANDIM ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN



MUHAMMEDE SALAVAT GETİRDİM

EVLADI ALİ AŞKINA GÖNÜLDE

KABEMİ BİLİPTE GELDİM ALİ YOLUNDA

SENİ SEVDİM KERBELADA YA HÜSEYİN

MUHARREM ORUCU

MUHARREM ORUCU
Kurban Bayramı Hicri Takvim e göre Zilhicce ayının 10. günü başlar.Kurban Bayramının 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır.20. günün akşamı Muharrem Orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Muharrem Orucundan önce 3 günlük MASUM-U PAK ORUCU tutulur. Bu oruç Küfe den şehit düşen Müslüm Bin Akıyl ile çoçukları İbrahim ve Muhammet için tutulur. Müslüm , İmam Hüseyin in amcasının oğlu ; İbrahim ile Muhammet ise amcasının torunlarıdır. 3 günlük Masum-u Pak ve 12 günlük Muharrem Orucu olmak üzere toplam 15 gün oruç tutulduktan sonra Muharrem Ayının 13. günü kurbanları tığlanır ve AŞURE dağıtılır.Kurban İmam Ali Zeynel Abidinin Kerbela Katliamın dan kurtuluşundan duyulan sevinci belirtir. Muharrem Ayında eğlence yapılmaz; bıçağa ve kesici aletlere el sürülmez; düğün-nişan-sünnet törenleri yapılmaz; karı koca ilişkileri kesilir; kurban kesilmez;et yenilme; Kerbela Şehitleri`nin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez; eğlence yerlerine gidilmez; saç ve sakal traşı olunmaz. Günümüzde bunların bir bölümü uygulanamamaktadır. Örneğin, sakal traşı olmamak gibi...Su saf olarak içilmemektedir. Vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden , çay-kahve-meşrubat-meyve suyu-ayran gibi sıvı içeceklerden karşılanır. Alevi inancı şekilciliğe takılıp kalmayı değil, özü benimser. Aklın ve ilmin yolundan ayrılmaz. Önemli olan İmam Hüseyin`in ve diğer Kerbela Şehitleri`nin çektikleri acıyı ve zorlukları beyninde, kalbinde ve gönlünde duymaktır. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşayıp,onlar gibi inanmaktır. Zalime karşı çıkıp, mazlumdan yana olmaktır. Eline-diline-beline sadık olup insanca ve onurluca yaşamaktır. Onlar`a layık olmaktır. Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra yaşamaktır. Yaşayan ölü olmamaktır. Yarın onlar`ın huzuruna alnı açık yüzü pak çıkmaktır. Onlar`ın bıraktığı onurlu mirasa sahip çıkmaktır. Muharrem Orucu`nun sahuru yoktur. Belirlenmiş bir iftar vakti de yoktur. Oruç tutulmadan önce şöyle niyet edilir. `BİSMİ ŞAH. ALLAH ALLAH. ERENLERİN HİKMETİNE. ER HAKK MUHAMMET-ALİ AŞKINA. İMAM HÜSEYİN EFENDİMİZİN SUSUZLUK ORUCU NİYETİNE. KERBELA ŞEHİTLERİ`NİN TEMİZ RUHLARINA MATEM ORUCU NİYETİ İLE HZ. FATMA ANAMIZIN ŞEFAATİNE. 12 İMAM, 14 MASUM-U PAK EFENDİLERİMİZİN ŞEVKİNE, 17 KEMERBESLER HÜRMETİNE HAZIR-GAYİP GEÇEK ERENLERİN YÜCE HÜMMETLERİ ÜZERİMİZDE HAZIR VE NAZIR OLA. YUH MÜNKİRE. LANET YİZİD`E. RHMET MÜMİN`E ALLAH EYVALLAH. HÜ` Akşam olup güneş batınca,karanlık gözle görünce oruç açılır.Yatmadan önce niyet edilir.Niyetten sonra Muharrem Orucu başlar.Gece sahura kalkma uygulaması Muharrem Orucu`nda yoktur.Çeşitli kaynaklara göre Muharrem Ayı` nın 10. günü birçok olay gerçekleşmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır : ` İmam Hüseyin` in şehadeti, Adem Peygamber` in bağışlanması ,Nuh Tufanı` nın başlanması, Yunus Peygamber` in balığın karnından çıkması İbrahim Peygamber` in Nemrut` un ateşi yanmaması, İdris Peygamber`in göğe çıkarılışı, Yakup Peygamber` in oğlu Yusuf Peygamber` e kavuşması Yakup Peygamber` in gözlerinin tekrar görmeye başlaması Yusuf Peygamber` in atıldığı kuyudan kurtulması , Eyüp Peygamber` in sağlığına kavuşması Musa Peygamber` in Kızıldeniz` i asası ile delip geçmesi , Firavun` un Kızıldeniz` de boğulması , İsa Peygamber` in doğumu, İsa Peygamber` in göğe alınışı` Muharrem Ayı kutsal ayıdır.Muharrem Ayı haram aylardandır.Bu ayda savaşmanın yasak olduğu Kur` an-ı Kerim` de açıkça belirtilmiştir.Muharrem Ayı Hicri ( Kameri ) ayının ilk ayıdır.1 Muharrem Hicri yılbaşıdır.Allah emirleri kesindir.O` nun yasalarında herhangi bir değişiklik bulunmaz.Son Peygamber olan Hz.Muhammet` e ne gönderdi ise önceki peygamberlerin hepsine de aynısını göndermiştir.Bu durum Kur`an-ı Kerim` de defalarca belirtilmiştir.AHZAP SURESİ 62. AYET` te ` Allah` ın bundan önce gelip geçenler hakkında uyguladığı yasa budur.Allah` ın kanununda/tavrında/davranışında bir değişiklik bulamazsınız.` Denilmektedir.FETİH SÜRESİ23. AYET` te ` Bu Allah`ın öteden beri işleyip duran yolu /yasasıdır.Allah` ın yolunda ve yasasında hiçbir değişme bulamazsınız` denilmektedir.BAKARA SÜRESİ 183. AYET` TE ` Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korumanız umulmaktadır` denilmektedir.Bu ayetlerin hükmünden de anlaşılır ki diğer peygamberlere de İslam Dini` nin kuralları tebliğ edilmiştir.Aynı kurallar Hz. Muhammet tarafından da uygulanmıştır.Adem Peygamber` den itibaren tüm Peygamberler ibadetlerini GECE yapar.ve yaptırırdı.TÜM PEYGAMBERLER ZAMANINDA ÜÇ GÜNLÜK HIZIR ORUCU VE MUHARREM ORUCU TUTULURDU. İslam Dini` nin oruçla ilgili kuralları bunlardan ibarettir.Bu kurallar İNCİL-TEVRAT ve ZEBUR` da da vardır. Hz. Muhammet` ten sonra iktidarı ele geçiren Emevi ve Abbasi çeteleri bu kurallara uymamışlar; bir sürü yalan - dolanı dinin içine sokarak yeni kurallar oluşturmuşlardır. NİSA SÜRESİ 92. AYET` te ` Herhalde bir Müslüman` a layık değil ki haksız olarak bir Müslüman ` ı bile bile öldüre . Meğer ki hataen bir ok veya silah gazası ola . Her kim bir Mümin` in bilmeden ölümüne sebep olsa bile esir düşmüş bir Müslüman kulu veya cariyeyi azad etmek üzerine farz olur.Ayrıca ölenin ailesine diyet vermelidir.Meğer ki ölünün ailesi diyet almayalar ya da bağışlayalar.Eğer ölü sizin düşmanınız olan bir topluluktan olsa bile Mümin `dir.Katilin üzerine kadın ya da erkek bir esiri azad etmek borçtur.O da idama mahkum oluş boynunu zincirden kurtarıp serbest bıraktıra.Aranızda anlaşma olan bir topluluktan olsa bile mirasçılara diyet verilmesi gerekir.Ancak Asker ya da yoksul olup esir,cariye veya idam mahkumu azad etme gücü ve parası olmayan KATİLLERİN HEPSİNİN İKİŞER AY VEYA BİR AY ORUÇ TUTMALARI ÜZERİNE FARZ VE BORÇTUR.BU ORUÇ BORCU VE FARZ EMRİ İNSAN ÖLDÜRMEMELERİ İÇİN MÜSLÜMANLARIN ÜZERİNE ALLAH` IN FARZ KILDIĞI BİR KATİLLİK NİŞANIDIR Kİ TÖVBE EDİP KİMSEYİ ÖLDÜRMEYELER. ALLAH HERŞEYİ BİLİR.` Denilmektedir.BAKARA SÜRESİ 185. AYET` te ` Ramazan Ay` ında eğriyi doğrudan ayırıp doğru yolu gösterici Kur`an-ı bazı ayetleri indi.SİZLERDEN HER KİME Kİ FARZ OLDU BU AYLARDA ORUÇ TUTSUN.` denilmektedir.İmam Hüseyin` in Kerbela` da şehit edilmesinden sonra 4 kitapta farz ve hak olan Muharrem Orucu YEZİT tarafından yasaklanmış otuz günlük KATİLLİK ORUCU tutturulmuştur.Abbasi` lerde otuz günlük KATİLLİK ORUCU` NU MİZRAKİ İLMİHAL kararı ile ve kılıç zoruyla Türkler` e ve Acem` lerde tutturmuşlardır.Yezit, kerbela katliamından kurtulan İmam Ali Zeynel Abidin` i halkın isyan etmesinden korkarak Medine` ye göndermiş İmam Zeynel Abidin` in serbest bırakılması Yezit` e isyanı durdurmuş ancak halkın kerbela katliamını yapan katillere duyduğu kin ve nefret duygularını bastıramamış.Bunun üzerine Yezit askerlerine ve kendisine bağlı bulunanlara NİSA SÜRESİ` nin 92. Ayet` inde emredilen KATİL ORUCU` nu tutmalarını emreden bir ferman dağıtmış ve bu Oruc` u tutmayanları öldürtmüştür.Böylece hem yer yer ayaklanan halkın isyanını önlemiş hem de iktidarını sağlamlaştırmıştır.Yezit` le başlayan bu gelenek günümüzde de devam etmektedir.FECR SÜRESİ 1. AYET` te ` Ya Muhammet o Muharrem` in on sabahı ve akşamı hakkı için ve çift olup duranlara ve dahi on gecelere and olsun ki akıl sahipleri olanlara itibar edip son amaçlarını onunla inceleme ve araştırma yaparlar` denilmektedir. ARAF SÜRESİ 142. AYET` te `Musa` ya kırk gece ve otuz gece ikrarlanma verdik.O otuz on gece ile tamamladık.Musa kardeşi Harun` a sen benim vekilimsin.toplumu yönet , barışçı ol ve emrimi tutmayan fesatçılara uyma.` denilmektedir. Bu emirlerden ongün ve geceye and içen Allah` ın bugün ve gecelerine oruçla geçirenlerin Allah` a itaat edenler olacağını açıklamasıda MUHARREM ORUCU` NUN ALLAH`IN EMRETTİĞİ VE MÜMİNLERCE TUTULMASI GEREKEN ORUÇ OLDUĞUNUN EN AÇIK KANITIDIR.ŞEHİHALMÜŞLEM isimli kitapta Hz.Muhammet` in ongün Muharrem Orucu tuttuğunu ve Hüseyin` e matem diye Oruç tutturduğunu yazmaktadır.Gene aynı kitapta MUHARREM ORUCU` NUN HZ MUHAMMET DÖNEMİNDE FARZ OLDUĞU , PEYGAMBER` İN HAK` KA YÜRÜMESİNDEN SONRA MÜMİNLERİN ORUCU OLAN MUHARREM` İN TUTULMADIĞINI, MÜSLÜMALARİN RAMAZAN ORUCUNU FARZ YAPTIKLARINI YAZMAKTADIR.Ehli sünnet kaynaklarında Ramazan Orucu` nun Hicret` in 2. yılında farz olduğu yazılmaktadır.Bu iddia sadece Kur`an` a değil dört kitaba da aykırıdır.Adem Peygamber` den başlayarak Hicret` in 2. yılına kadar Muharrem Orucu` nun tutulmasına emreden Allah aniden fikir değiştirip niçin Ramazan Orucu` nu farz kılmıştır? Yada Muharrem Orucu` nu farz olmaktan çıkarmıştır.? Dört hak kitaba da aykırı olan bu iddia halka karşı söylenmiş bir yalan , İslam Dini alet edilerek yapılmış bir iftiradan başka bir şey değildir.Gönülleri İslam` a ısınmamış öldürülme ve esir edilme korkusuyla Müslüman oldum diyen münafıkların vazgeçemedikleri cahiliye inançlarını devam ettirebilmek için çeşitli bidatlar ( uydurmalar ) icat ederek çarpıtmaya çalışmalarıdır.Bu Oruç bu çarpıtmayı yapan münafıklar ile katillere farzdır.Müminlere farz değildir. Müminler` in orucu muharrem orucudur.
Karacaahmet Sultan Derneği

13 Aralık 2009 Pazar

YAHUDİ KONFERANSINA HİTLER ÇAĞRILIR MI ?

Katliam sanığına Çalıştay daveti, Alevileri kızdırdı

ANKARA’da 17 Aralık’ta altıncısı yapılacak olan Alevi Çalıştayı’naKahramanmaraş Katliamı davası sanıklarından olan Ökkeş Şendiller’in dedavet edilmesiyle başlayan gerginlik restleşmeye dönüştü. Kimi Alevi ilerigelenlerinden ve kuruluşlarından yapılan açıklamalarda, Şendiller’in davetedilmesinin kendileri için kabul edilemez bir durumolduğu belirtildi. En büyük Alevi kuruluşlarından biri olan Alevi Bektaşi Federasyonu Başkan Yardımcısı Ali Kenanoğlu, yaptığı açıklamada Şendiller’in Alevi Çalıştayı’na çağrılmasını Yahudilerle ilgili yapılan bir konferansa Hitler’in çağrılmasına benzetti.

KAMER GENÇ KATILMIYOR

Alevi sanatçı Arif Sağ da Şendiller’in gelmesi durumunda çalıştaya katılmayacağını söyledi. Davetliler arasında yer alan Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, Şendiller’in katılması halinde çalıştaya katılmayacağını belirterek “Bu Alevilerle alay etmektir. Tayyip Bey’le onun düşüncesi arasında fark yok bence” dedi. Bu tepkilere karşı eski Büyük BirlikPartisi Milletvekili Ökkeş Şendiller ise çalıştaya gitmekte kararlı olduğunu belirtti. Bizzat Devlet Bakanı Faruk Çelik tarafından farklı sesleri dinlemek amacıyla çalıştaya davet edildiğini söyleyen Şendiller, kendisine karşı yapılan açıklamalara tepki gösterdi. Kahramanmaraş Katliamı davasından beraat ettiğini hatırlatan Şendiller, “Bazı Alevi derneklerinin çok çirkin açıklamalarıvar. Bu kişilerlemahkeme önünde hesaplaşacağım. Bu ülkede kimin suçlu olduğuna onlar değilmahkemeler karar verir” dedi. Ökkeş Şendiller 1978 yılında, Kahramanmaraş olaylarıyla ilgili açılan davanın 1 numaralı sanığıydı. İki yıla yakın idamla yargılanan Şendiller, 12 Eylül darbesinden 33 gün önce beraat etti. O dönemde Kenger olan soyadını, daha sonra Şendiller olarak değiştirdi. 1991’de Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi’yle ittifak yapan Milliyetçi Çalışma Partisi’nden Meclis’e giren Şendiller, 1 yıl sonra,Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte BBP’yi kurdu. Şendiller, 2008 yılı başındaYazıcıoğlu’yla anlaşmazlığa düşerek partideki tümgörevlerinden istifa etti.

12 Aralık 2009 Cumartesi

KORKU SİLAHA YAKIN TUTAR

gozdebedeloglu@birgun.net / 14:49 11 Aralık 2009

Korku, insanın gözünü, dilini, kulağını kapatır. Gözünün önündekini görünmez, dilinin ucundakini söylenmez, kulağının dibindekini duyulmaz yapar. Korku, insanı hayatın karanlık sularına bırakır. Gerçek karşısında körleştirip dilsizleştirir. Görmeyen duymayan insan, korkuyu ve düşmanı yaratanların çözümsüzlüklerinde boğulurken bulur kendini. Korku insanı silaha yakın, silah insanı barışa uzak tutar.Bu ülkenin kana bulanmış tarihi değişsin, çocuğunu, kardeşini, eşini toprağa verenlerin acılı ağıtları dinsin diye ne kadar çabalarsa da barış yanlıları, savaş çığırtkanlarının en büyük silahı olan korkunun karşısında hep bir adım gerideler. Savaş çığırtkanları bunu iyi bilir. Ne kadar korku o kadar silah, ne kadar yalnızlık o kadar düşmanlık formülü her zaman tutar. Tarihimiz, yıllarca bu formülle yazılmış hazin hikâyelerle doludur. Yenileri, silah ucunda...Serap, Aydın, Fatih, Yakup, Ferit, Onur, Harun, Cengiz, Kemal... Hepsi genç. Hepsi savaşın içine doğmuş milyonlarca çocuktan biri. Senin gibi, benim gibi... Barıştan konuşulurken elinde silah, taş, bomba tutanların katlettikleri onlar. Senin gibi, benim gibi... Onlar, umutlar sönsün, savaş sürsün diye kara kutusundan çıkartılan korkunun çözümsüzlüğün, intikamın son kurbanları. Hepimiz gibi...İstanbul’da belediye otobüsüne atılan molotofkokteyli yüzünden yanarak yaralanan ve sonrasında hayatını kaybeden Serap’ın ailesi artık kimsenin yavrusu ölmesin diyor. Diyarbakır’da polis kurşunuyla hayatını kaybeden Aydın’ın annesi, annelerin göz yaşı dinmiyor, yetmiyor mu yazık değil mi, diye soruyor. Tokat’ta pusuya düşürülen Cengiz askerin amcası, bu anlamsız savaş son bulsun istiyor. Ferit askerin abisi kanın durması için açılımın bir an önce sonuçlanmasını bekliyor. Yakup askerin babası başka çocukların ölmemesi için demokratik açılım sürecinin başarıya ulaşması gerektiğini haykırıyor. Çocuklarını toprağa gömerken, bu yürek yangını artık dinsin istiyorlar.•••Barış, ellerde sımsıkı tutulan taşlarla kurulmuyor. Yüreklere yerleşmiş intikam duygusu, bir kız çocuğunun bedenini yakarak geçmiyor. Bombalarla paramparça edilen bedenlerden yeni bir insan yapılmıyor. Yanındakini iteleyen, kendine daha iyi bir yer bulmuyor. Parti kapatmak sesi kesmiyor, düşünceyi engellemiyor. Kanı durdurmak için elde silah lafa başlanmıyor. Bir elde silah tutarken sarılınmıyor, barışılmıyor. Nerede görülmüş bunun aksi? Silahın olduğu yerde güveni, huzuru, dostluğu kim yakalamış?Barış, silahla kurulmaz. Geçen yirmi beş yılda yaşananlar bunun ispatı için yeterli olmadı mı sizce?Korku, insanın gözünün önündekini görünmez, dilinin ucundakini söylenmez, kulağının dibindekini duyulmaz yapar. Korku insanı silaha yakın tutar. Savaş çığırtkanları bunu iyi bilir. Hazin hikâyeler onların namlularından dökülen kanla yazıldı. Artık yenileri yazılmasın. Geçen yirmi beş yıl, gelecek yirmi beş yılımız olmasın. Barış için yükselen sesler susmasın.

PİR SULTAN ABDAL ÖRGÜTÜNE DÜŞEN TARİHİ SORUMLULUK

ABF ve bağlı örgütlerimize, öncelikle Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetici ve üyelerine düşen tarihi bir görev bulunmaktadır. Demokratik Alevi Örgütlenmesine, Alevilerin tarihte bedeller ödeyerek kazandığı değerlere, tarihsel mirasa sahip çıkılmalıdır.
Öğretisini ve yolunu egemenlere, egemen olma isteğini düşünenlere karşı mücadele etme üzerine kurmuş, bu anlamda her egemen olanın ve iktidarın aynı zamanda baskıcı ve sömürücü olduğuna inanan, “bozuk düzende sağlam çark olmaz” diyerek bozuk düzenin çarkına su taşımayıp ondan uzak duran Aleviler, siyaset pazarında haraç mezat satılmaktadır.

9 Kasım 2008 tarihinde Ankara’da yapılan “Ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık mitingi”nden sonra yaşanan tartışmalar ve sonrasında ki gelişmelere baktığımızda, her yaştan Alevi kitlenin mitinge katılarak vermiş olduğu desteğin doğru algılanmadığını veya algılanmak istenmediğini gördüm. 24 Kasım 2008 tarihinde “Büyük yanılgılar her zaman tehlikelidir” diyerek sürece ilişkin değerlendirmelerde bulunup örgütlerimizi ve halkımızı uyarma sorumluluğunu hissettim. O uyarımda; Mitingin, Alevilerin kendi davasına sahip olma bilincini geliştirdiğini, özgüvenini tazelediğini, toplumsal muhalefetin en dibe vurduğu bir dönemde tüm demokrasi güçlerine moral verdiğini, bundan hareketle ABF’nin, tüm Alevi kurumlarımıza çağrı yapmasını ve bundan sonraki süreçte neler yapmaları gerektiğini programlamalarını, örgütler arasındaki tüm tartışma ve kırılganlıkların bir tarafa bırakılmasının gerekliliğini vurguladım. Bu saydıklarımın yerine, “zafer sarhoşluğu” içinde demeçler verildi, davranışlar gösterildi. Geçmişte başka kurumlarımız tarafından yapılan ve bizim eleştirdiğimiz yanlışlıklara, aynı yanlış yöntemle cevap verildi. Dost kurumlarla ilişkiler kişiselleştirildi, örgütsel ilişkilerin vazgeçilmezliği yerine kompleksli bir yönetim tarzı sergilendi.

Demokratik örgütlenmelerde, halk adına alınan yönetme ve mücadele etme görevi ve sorumluluğu, yine halkın vermiş olduğu güven ve dayanışma duygusu, yöneticilerin kişisel ve siyasal tercihlerine kurban edilemez.

Alevilerin hak taleplerinin, aynı zamanda siyasal talepler olduğu bir gerçektir. Fakat bu taleplerin yerine getirilmesi için iktidarlaşmamız gerekir tespiti ise bir manüpilasyondur, bir yanıltma girişimidir. Her biri “geçmişi solcu” olan ve sol kültürden beslenen yöneticilerimiz eğer devlet denen örgütlenmenin sınıfsal karakterini biliyorlarsa iktidara gelmiş olsalar bile bu düşlerini gerçekleştiremeyeceklerini biliyorlardır. Eğer bilmiyorlarsa zaten “solcu” ve sosyalist oldukları söylenemez.

Alevilerin ve tüm ezilenlerin taleplerini elde etme yöntemi, meşru mücadele yöntemidir. Tıpkı 9 Kasım 2008 ve 8 Kasım 2009’da alanlarda ve hayatın her alanında mücadelelerini yükselttikleri gibi. Bütün dünyadaki demokrasi ve devrim mücadele tarihlerine bakıldığında haklar, iktidarlar tarafından verilmemiştir. Kazanımlar, iktidarda kimin olduğuna bakılmaksızın verilen mücadeleler ve ödenen bedeller sonucu elde edilmiştir. Bunları burada tartışmak bile anlamsızdır.

Anadolu Alevi öğretisi sadece suni devlete karşı değildir. Her türlü dinsel ve inançsal devlete ve iktidarlara karşıdır. Şah HATAYİ Alevilerin yedi ulu ozanından biri olmasına karşılık, İran’da Şiiliği devlet dini yapıp iktidara gelen Şah İsmail Anadolu Alevilerince sahiplenilmemiştir.

Aleviler ve onların örgütlü gücü olan demokratik Alevi Örgütlenmesi de, kazanımlarını meşru mücadele yöntemiyle, alanlarda siyasal iktidarlara karşı kazanacaktır. Bunun için inanca, bilince ve dirence ihtiyaç vardır. Birde bu ilkeleri özümsemiş yöneticilere ihtiyaç vardır. Unutulmamalı ki halkımız her koşulda inançlı, bilinçli ve dirençli yöneticilerimizin yanında olacaktır.

“ Parti kurmak için imanla” birlikte, paraya da ihtiyaç vardır.

“Nasıl bir Türkiye istiyoruz” sorusundan hareketle örgütümüzde bir tartışma platformu yaratmak, toplumda bir enerji yaratmak doğru bir davranıştır. Fakat bundan hareketle bir siyasal partileşmeye gidilmesi ise “siyasi cambazlıktır”. Özellikle ABF ve bağlı örgütlerimiz, Pir Sultan Abdal Örgütlülüğü genel kurula doğru giderken, örgütlerin genel kurullarının iradesine başvurmadan böyle bir oluşumu oldu bittiye getirmek örgütsel ahlakla da bağdaşmaz. Öğretimizde Cem’i birlemek için Dede rızalık almadan Cem’i yürütmez iken, en azından genel kurul kararı almadan böyle bir tasarrufta bulunmak örgütlerimize zarar vermiştir.

ABF’ye düşen görev:
• ABF’nin kurumsal yapısını büyütmek, bağlı örgütler arasındaki sorunları çözmek,
• Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ile olan ilişkilerini yeniden düzenlemek ve güçlendirmek,
• Alevilerin temel talepleri için mücadele etmek,
• Tüm demokrasi güçleri ile dayanışmayı geliştirmektir.

Kişilerin siyaset yapma hakları ve özgürlükleri sonsuza kadar vardır. Fakat yöneticilerin böyle bir hakları yoktur. Pir Sultan Abdal Örgütlülüğü bugüne kadar bu konuda çok önemli bir tavrı olmuştur. Bütün seçim süreçlerinde aday olmak isteyenlerin örgütsel görevlerinden istifa etmeleri gerekiyordu. Bu tavır muhtarlık seçimi için bile geçerliydi. Yani siyaset yapmaya hiçbir engel yok, yalnızca örgütsel iradeyi oraya yansıtmalarına müsaade edilmezdi. Bu ilkeli tavır demokratik örgütlenmenin ruhuna ve Alevi Öğretisinin geleneğine uygun bir tavırdır. Bu güne kadar sıkça eleştirdiğimiz, Aleviliği siyasete pazarlık konusu ediyorlar diye yerden yere vurduğumuz kimi kişi ve örgütlerle aynı konuma gelinmiyor mu? Ama “biz solcuyuz” bizim hakkımız var mı denilecektir. “Biz Alevilerin sorunlarını çözmek için siyasete gireceğiz, siyaset yapacağız” diyenlere Alevilerin söyleyecek tek bir sözü olabilir. Gölge etmeyin, ihsanınız da sizin olsun.

Tercihlerini siyaset yapmak üzerine kullanmak isteyen tüm yöneticilerimizin derhal görevlerinden istifa etmeleri gerekmektedir.

Türkiye’nin sol, sosyalist bir yapıya ve oluşuma ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın karşılanmasının yöntemi, tarlalardan, fabrikalardan, atölyelerden ve varoşlardan örgütlenerek, kendi sorunlarını bilince çıkaran kitleler ve onların oluşturduğu örgütlenmelerle olur. Yoksa “biz sizin sorunlarınızı biliyoruz, onun için sizi kurtuluşa götürecek bir parti kurmaya çalışıyoruz” demek, üstten indirgemeci, diğer burjuva parti ve anlayışlardan hiçte farklı olmayan bir yaklaşımdır.

NOT: Daha önce Büyük Ortadoğu Projesi ve Aleviler adıyla bir makale yazmıştım. B.O.P. kapsamında Alevilerde yapılması öngörülen değişimler ve bunların öncülerine ilişkin bir değerlendirmede bulunmuştum. Örgüt içi söylenecek sözleri ve eleştirileri, kişilerle ilgili değerlendirmeleri burada tartışmayacağım. Ne yazık ki, gelişen ve büyüyen, aynı zamanda, ezilenlere umut olan, tüm egemenleri korkutan, Alevi örgütlenmesinin mücadelesini kırmak için bundan daha başarılı bir çalışmanın olamayacağını düşünüyorum. Demokratik Alevi Örgütlenmesine vermiş olduğunuz zarardan ve alanlara çıkan halkımızın güvenini kötüye kullanmanızdan kaynaklı olarak, birileri sizinle gurur duyacaktır.

Pir Sultan Abdal’ın bilinci, direnci ve inancıyla. 02.12.2009


İbrahim KARAKAYA
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
7 ve 8 Dönem Genel Sekreteri

21 Kasım 2009 Cumartesi

CHP ÖZÜR DİLEMELİ VE ONUR ÖYMEN DERHAL İSTİFA ETMELİDİR

Basına ve Kamuoyuna “CHP Özür Dilemeli ve Onur Öymen Derhal İstifa Etmelidir!”
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Onur Öymen 10 Kasım tarihinde TBMM’de demokratik açılımın ön görüşmeleri esnasında partisi adına yaptığı konuşmada, hükümetin “analar ağlamasın” söylemini eleştirdi. Bu eleştiride bir çok kanlı bastırma yöntemi ile birlikte Dersim Katliamını da anması ve bunu bir yöntem olarak önermesi her şeyi bir yana bırakırsak, vicdani açıdan dahi sakat bir zihniyetin ifadesidir. Kaldı ki Onur Öymen’in annesi bile oğlunun anaların göz yaşlarını hafife alan ve yeni göz yaşlarına çağrı çıkaran ibretlik açıklamasını bir anne olarak acı içinde izlemiş olmalıdır. Dersim’de bir halk topluca terörist ilan edilmiştir. Yaşanan katliamın en önemli yanı şudur; orada sadece eli silah tutanlar değil, binlerce kadın ve çocuk da katledilmiştir. Dersimli Alevilerin katli öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, dereler kan akar olmuştur. Bu konuda bilgi sahibi olmak için yayınlanmış tanık ifadelerini okumak yeterlidir. Bu ifadeler ki tüm kısıtlamalara rağmen yayınlanmış, sınırlı ifadelerdir. Bu kadarı bile olayın vahşet boyutunu anlatmak için yeterlidir. bu açıklamadan yola çıkarak bu gün de önerilen yöntemin bütün olarak bir halkın terörist ilan edilmesi yönünde olduğunu anlayabiliriz. Günümüzde, devlet yurttaş ilişkilerinin yeniden tanımlandığı, şiddetin sözel boyutuyla dahi sorgulandığı ve hiçbir sorunun şiddetle çözülemeyeceği kanaatinin hakim olduğu bir dönemde Dersim Katliamı’nın örnek yöntem olarak sunulması; en temelde çağ dışı bir zihniyetin tezahürüdür. Alevileri bir yana bırakırsak, tüm toplumsal sorunların çözümünde zihniyet değişikliğinin ne kadar acil ve ertelenemez bir ihtiyaç olduğu bu olayda da kendini ortaya koymuştur. Dersim katliamı Alevilerin yüreğinde kanayan bir yaradır. Aleviler acılarının hafifletilmesi için bir özür beklerken, böylesi bir ifade yaralarına tuz basmıştır. Ayrıca Onur Öymen ve CHP milletvekillerinin o koltuklarda oturmasında Alevilerin katkısı inkar edilemez. Siyaset tekniği açısından bile bakıldığında CHP Genel Başkan Yardımcısının bu ifadeleri kullanması seçmenlerine ihanettir. Bu durum karşısında CHP Alevilerden özür dilemeli ve Onur Öymen derhal istifa etmelidir. Ülkemizde binlerce gencimizin canına, trilyonlarca liraya mal olan bu sorunun çözülmesi için önerilecek yöntem herhalde bir asır öncesinde dahi kabul edilemeyecek yöntemler olmamalıdır. Biz alevilerin; inancımızın gereği olarak şiddetle mesafemiz bellidir ve bu durum herkes tarafından da bilinmektedir. Bize göre yaşam hakkı en kutsal haktır. Onur Öymen’in örnek olarak sunduğu tarihsel olaylar en temelde yaşam hakkını ihlal eden ve toplumsal sorunları şiddetle bastırmaya yönelik örneklerdir. Kaldı ki ülkemiz, şiddetin toplumsal sorunların çözümünde ne kadar başarısız bir yöntem olduğunu en ağır bedelleriyle tecrübe etmiştir. Madem ki Dersim halkına terörist muamelesi reva görülmüştür ve halen de bu savunulmaktadır, o halde artık bütün Aleviler Dersimli’dir. Aleviler Dersim Davasını savunmaya devam edecektir. Bir Dersimli’nin bir tek saç telinin bile Onur Öymen gibileri için feda edilmesine izin verilmeyecektir. Dersim Katliamı’nı en güzel özetleyen cümleler Seyid Rıza’nın kendi ipini boynuna geçirip idam sehpasına tekme atmadan önceki haykırışıdır,“Evladı Kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.” Ancak sanılmasın ki zalimin zulmünü yüzüne karşı haykırmakla kalınacaktır. Bilinmelidir ki Alevi kamuoyu Onur Öymen ve benzeri zihniyettekilere gereken dersi, gerektiği yerde, layık oldukları araçlar üzerinden vermeyi bilecek kadar da onurlu ve sağduyulu bir kamuoyudur. 13.11.2009Ercan GEÇMEZHacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel BaşkanıTekin ÖZDİLAlevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı
Tarih : 14.11.2009

10 Kasım 2009 Salı

MİLYONLAR KADIKÖYDE BULUŞTU

EŞiT YURTTAŞLIK iÇiN Aleviler bir kez daha taleplerini dikkat almayan AKP Hükümetini yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingle uyararak Alevisiz Alevi açılımına tepki gösterdi.Alevi Bektaşi Federasyonu’nun düzenlediği “Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı Mitingi”ne yüz binlerce Alevi katılarak hükümetin Alevi politikasını protesto etti. Kadıköy caddelerini dolduran her yaştan Aleviler adına yapılan konuşmalarda, talepleri duymazdan gelen hükümete ve eşitliği bozan Diyanet İşleri Başkanlığı’na tepki vardı. YÜZ BİNLER KADIKÖY’DEHükümet’in Alevi Açılımı yapacağını iddia ederek bir dizi toplantılarla Alevi örgütleri ve akademisyenlerin görüşlerini almasının ardından geçen zaman Alevileri yine sokağa döktü. 9 Kasım 2008’de Ankara’da miting yapan Alevi Bektaşi örgütleri, orada dile getirdikleri eşitlik ve adalet talepleri bir yıl boyunca dikkate alınmayınca bu defa da İstanbul’da bir araya geldi. Türkiye’nin her yerinden İstanbul Kadıköy meydanına akan Aleviler, AKP’ye seslendi. GENÇLERDEN YOĞUN KATILIMÇeşitli illerden gelerek sabahın erken saatlerinde Kadıköy eski salı pazarı bölgesinde toplanan Alevi örgütleri buradan Kadıköy’e kadar yürüyüş yaptılar. Gençlerin yoğunluğunun dikkat çektiği yürüyüşlerde Aleviler ellerinde Pir Sultan Abdal’ın ve Aleviliğin simgesi olan dini liderlerin posterlerini taşıdılar. Atatürk posterlerinin de dikkat çektiği yürüyüşte, özellikle gençlerin başlarına kırmızı şeritler taktıkları gözlendi. Yürüyüş sırasında sık sık “Diyanete değil eğitime bütçe”, “Sivas’ı unutma unutturma”, “Madımak müze olsun” sloganları atıldı. Zaman zaman da Pir Sultan Abdal türküleri söylendi. SİYASİ PARTİLER VE MİLLETVEKİLLERİ DE KATILDIKadıköy Haydarpaşa önü ve Tepe Nautilus önü de diğer toplanma alanları oldu. Burada Alevi örgütlerinin yanı sıra siyasi partiler de kortejlere katıldılar. Alevi Bektaşi Federasyonu’nun mitingine EMEP, DTP, ÖDP, SDP, EHP, ESP, Yeşiller Partisi de katıldı. KESK Genel Başkanı Sami Evren, DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, Türkiye Barış Meclisi Sekreteryası’ndan Hakan Tahmaz, CHP Milletvekilleri Mehmet Sevigen ve Mustafa Özyürek, DTP Milletvekili Şerafettin Halis, Bağımsız Milletvekili Kamer Genç gibi bir çok isim de hazır bulundu. Saat 11.00 sıralarında Alevi örgütleri ve siyasi partilerin başkanları kol kola girerek miting platformunun bulunduğu Kadıköy otobüs duraklarına doğru yürüyüşe geçtiler. “Ayrımcılığa karşı Eşitlik ve Yurttaşlık” mitinginde polisin yoğun önlemi de dikkat çekti. Kadıköy’de yapılan bütün mitinglerde tek bir kontrol noktası oluşturan polis, bu defa iki noktada kontrol noktası oluşturdu. Polisin domuz gribine karşı maske taktığı ve ellerine ameliyat eldivenleri giydiği görüldü.Miting başlamadan önce platformda 2 Temmuz 1993’te Madımak Otel’inin kundaklanması ile yaşamını yitiren aydınların isimleri tek tek anons edildi. İsimlerin söylenmesi sırasında yüz binler “burada” diye haykırırken miting de bir semah gösterisi ile başladı. Konuşmaların ardından Alevi örgütleri temsilcileri beyaz güvercin uçurdular. Miting, Emre Saltık, Şevval Sam ve Ferhat Tunç gibi sanatçıların konserleriyle sona erdi. (İstanbul/EVRENSEL)
CENNETİ İNŞA ETMEK DEVLET GÖREVİ DEĞİLYürüyüşün ardından Alevi Örgütü temsilcileri kürsüye çıkarak konuşmalar yaptılar. Konuşmaların merkezinde ise AKP hükümetinin politikaları vardı. Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Fevzi Gümüş, yaptığı konuşmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nı eleştirdi. Bu çağda Alevilerini yok sayılmasına tepki gösteren Gümüş, buna rağmen Pir Sultanlar gibi direnmeye devam ettiklerini dile getirdi. Gümüş, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını talep ediyoruz. Bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı olduğu sürece biz onlara tehdit olmaya devam edeceğiz. Diyanet İşlerine ayrılan devasa bütçe ile cenneti inşa etmek devletin görevi midir? Bu görev sana mı düştü! Sen hastane kapısında ölenlere; yol, elektrik bekleyen köylüye sponsor ol. MGK’nın hazırladığı kırmızı çizgili belgelerde de bizi tehdit olarak görüyorlar. Bu belgeleri tarihin kirli çöplüğüne atacağız” dedi.Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız da mitingde bir konuşma yaptı. Balkız, Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve hükümetin Alevi Çalıştaylarını eleştirdi. Balkız, “ Zorunlu din dersleri kaldırılsın, Diyanet lağvedilsin, Alevi köylerine cami yapılmasın, imam atanmasın, Madımak müze olsun” dedi. Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Yöneticisi Servet Demir de “AKP Hükümetinin siyasi temsilcileri Avrupada’ki Alevileri Türkiye’dekilerden koparmaya çalışıyor. Buna karşı, Türkiye’yi karanlığa götürmek isteyen AKP’ye karşı, demokrasinin sesinin yükseldiği bir ülke olmak için mücadeleye devam edeceğiz” dedi.
ALEVİLER NE İSTİYOR?AKP Hükümeti’nin yaptığı Alevi çalıştaylarından bir sonuç alınmamasını eleştiren Alevi örgütlerinin temel talepleri şöyle:*Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın*Cemevleri ibadethane statüsüne kavuşturulsun*Madımak oteli bir an önce “utanç müzesi” haline getirilsin*Okullarda zorunlu din dersleri kaldırılsın*Alevi örgütlerinin açtıkları pankartlar ve dövizlerde şu yazılar öne çıktı: Alevilerin açılımı AKP’ye götürecek, Spartaküs’ten Pir Sultanlara bu isyan bizim, Ayrımcılığa son verilsin, düşünceye özgürlük, inanca saygı, AKP’nin geni değiştirilmiş Alevilerinden olmayacağız

9 Kasım 2009 Pazartesi

ALEVİLER SORGULUYOR

Aleviler sorguluyor86 yıllık Cumhuriyet’in, kendisinden beslenen küçük bir azınlık dışında, bütün toplumsal kesimlerle ilişkisi hep problemli oldu. Ulusal, ideolojik, politik ‘tekçi’ kostümünü giydirmek üzere yöneldiği her kesim bir problem alanına dönüştü. Giderek de rejimin kendisi çözüm bekleyen bir problem haline geldi. Bugün yaşanan budur; herkes bu problemi sorgulamakta, çözümünü aramaktadır. Aleviler de bunu yapmaktadır. Bugüne kadar, “Laik Cumhuriyet’in temel dayanağı” olmakla avutulmuş, ama Sünni-Hanefi devlet dini gerçeği altında hoyratça yok sayılmışlardı. Otoriter-laikçiliğin ve özellikle devlet partisi CHP’nin geleneksel oy deposu durumunda olmalarına karşın, CHP dahil hiçbir “laikçi” hükümet, “Alevilerin sorunları var” demedi. Özellikle son yıllarda “Laik rejim” üzerinden bir devlet savunusuyla sınırlanmak istenen Aleviler, bugüne dek, savunulması istenenin nimetlerinden hiç yararlandırılmadı!“Aleviler Cumhuriyet’e hep sahip çıkmıştır” denilir ya, doğrudur; peki ama Cumhuriyet Alevi’ye sahip çıkmış mıdır? Asıl soru budur artık. 86 yıllık Cumhuriyet, işte bu soruyu sorarak rejimi sorgulama noktasına getirmiştir Alevileri… Osmanlı’nın Alevi düşmanı hilafetini gösterip Cumhuriyetin avutucu sahte laikliğine razı edilmeye çalışıldı Aleviler… Osmanlı monarşisine karşı Cumhuriyet, teokrasiye karşı laiklik, fikir olarak elbette ileriydi. Ama bu Cumhuriyet hiçbir zaman demokratik, laik, halkçı, sosyal olmadı ki… Herkesi olduğu gibi, Aleviyi de önce umutlandırdı ama hemen sonra dışladı. Osmanlı’nın Aleviye yönelik ‘katli vacip’ konseptinin yerine, eğitimde, kültürde Aleviyi tamamen dışlayarak Sünni egemenliğini dayatan ‘özgün’ bir asimilasyon ikame edildi.Bu Cumhuriyet kimsenin kendi ulusal, inançsal, sınıfsal gerçekliğini tanımadı. Gayrimüslim gayrimüslimliğini, Kürt Kürtlüğünü, Alevi Aleviliğini, komünist komünistliğini yaşatmadı. İşçiye sendikayı, 1 Mayıs’ı yasakladı. 1925’deki Takriri Sükun’u anmak yeterlidir herhalde... Yani? Cumhuriyetin şekillendirdiği ceberrut statükoyu sorgulamak, “İslamcılık” ya da “laiklik karşıtlığı” falan değildir. Söylediğimiz, bilakis, Cumhuriyetin laik ve demokratik olmadığıdır. O çok şikayet edilen ve “Cumhuriyet düşmanı” diye Alevilere biricik hedef olarak belletilmeye çalışılan “dincilik” de bugünkü gücünü Cumhuriyetin işte bu ‘laik olmayan laikliği’ne borçludur aslında…Alevi sorununda devleti aklayan, sorunu örneğin AKP’yle başlatan statükocu misyonerlik, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın daha Atatürk dönemine, İmam Hatip Okulları’nın İnönü dönemine, zorunlu din derslerinin 12 Eylül dönemine denk düştüğünü nedense hatırlamaz! Mum söndü hikayeleri, Alevi köylere cami yaptırılması, Maraş, Sıvas katliamları… Aleviler bütün bir Cumhuriyet sürecinin mağdurlarıdırlar…Bugün AKP’yle yapılmak istenen ise, Cumhuriyetçi statükonun artık dikiş tutmaz elbisesine sığmayan Alevilerin bu kez de Alevi açılımı adıyla, bir başka düzeyde bağlanmak istenmesidir. “İslam-içi folklorik bir renk” biçimindeki Alevilik kurgusuyla Aleviler, Diyanet’in eklentisi yapılarak devlet-Alevi ilişkisi bir başka düzeyde kurulmaya çalışılmaktadır. Kültürel, sosyal, politik boyutlarından kopararak tamamen dini ritüeller toplamına dönüştüreceği için Aleviliği Alevisizleştirme girişimidir bu… Ama Aleviler kendi örgütlülükleri ile statükocu CHP’ye de ‘açılımcı’ AKP’ye de yem olmak dışında farklı bir pozisyonu zorlamaktalar artık. Bu tarihsel bir gelişmedir. Anlaşılmaktadır ki, direnmenin tek yolu, ezilen kimliğin, bir dünya görüşü ve bir siyasal mücadeleyle buluşturulmasıdır. Demokrasi ihtiyacı içindeki bütün çevreleri kapsayacak bir siyasal cephe ihtiyacı, herkes için daha bir yakıcı olmaktadır. Egemenlerin biçecekleri “yeni elbise”yi reddetmenin en etkin yolu, bütün ezilenlerin, birlikte, kendi elbiselerini kendilerinin biçmesinden geçiyor. İşte demokrasi ve eşit yurttaşlık talebiyle Alevilerin İstanbul Kadıköy’de yapacakları bugünkü miting Alevi buluşması değil sadece, bir demokrasi buluşmasıdır.

2 Kasım 2009 Pazartesi

BU MİTİNG

8 KASIM 2009’DA TÜRKİYENİN DÖRT BİR YANINDAN GELİP İSTANBUL’DA BULUŞUYORUZ;
Bu Miting;Demokrasi İçindir, Laiklik içindir,İnsan hakları içindir,Eşit yurttaşlık hakkı içindir.Sivil, demokratik, özgürlükçü bir anayasa içindir.Bu Miting;Ayrımcılığa son verilsin, AHİM ve Danıştay kararları uygulansın, zorunlu din dersleri kaldırılsın,Diyanet lağvedilsin, Cem ve kültür evlerimiz yasal statüye kavuşsun, Madımak Oteli müze olsun, Alevi köylerine camii yapılmasın, Asimilasyon politikaları son bulsun, diyedir.Bu Miting;Özelleştirmeler son bulsun, Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme son bulsun, Cinsiyetçi yaklaşımlar son bulsun, Eşit iş’e, eşit ücret ödensin, Seçim barajı kaldırılsın, Dokunulmazlıklar kaldırılsın, Zamlar geri alınsın, İMF politikaları sona ersin, Emperyalistler evine dönsün, Annelerimiz artık ağlamasın, Kürt sorunu demokratik, barışçıl yolla çözülsün, Yurt’ta barış, dünya’da barış olsun, diyedir.Bu Miting;Eğitim, sağlık parasız olsun, Şeriatçı yükseliş dursun, Kimse, dilinden, dininden, kökeninden dolayı sorgulanmasın, diyedir.Bu Miting; Bin yıllardır bu toprakların bir gerçeği olan Alevi varlığının her aşamada inkâr edilmesine dur demek içindir. Bugün ise AKP gericiliğince daha da azgınlaşarak sürdürülen bu yok sayma politikalarının sona erdirilmesini sağlamak ve "Alevi Çalıştayı" na sunduğumuz taleplerimizin kabulü içindir.Yurdun dört bir yanından yola çıkacak 8 Kasım 2009 Pazar günü İstanbul'da olacağız. Tarihe iz bırakmak adına;GELİN CANLAR BİR OLALIMMİTİNG: 8 KASIM PAZAR İSTANBULToplanma Yerleri : Saat 11:00' de* Tepe Nautilus * Haydar Paşa Numune Hastanesi Önü * Salı PazarıMiting :Saat 13.00 Kadıköy Meydanı

2 Ekim 2009 Cuma

HANGİ KİTABI AÇDIYSAM İNSANI GÖRDÜM

Hasan Dede.
Hangi kitabi acdiysam, hangi Dervis-in ve tavvufcunun gecmis hayatini okuduysam gördümki bütün kapilari acan insan.Hasan Kilavuz
Hangi kitabı açtıysam, hangi Derviş`in ve tasavvufcunun geçmiş hayatını okuduysam gördüm ki bütün kapıları açan insan, bütün kutsal mekanlarda oturan insan, söyleyen insan, dinleyen insan, düşünen insan, dertlere derman, yaralara merhem olan insan.Bundan dolayı yukarıdaki başlığı yazıma uygun gördüm.Ben çocukluğumu ve gençlik yıllarımı alevi-kızılbaş ocaklarının en yoğun bulunduğu Dersim ( Tunceli ) bölgesinde geçirdim. Orta öğrenimimi Tunceli ve Elazığ’da bitirdim. Bu bölgede Baba Mansur, Kureyşan; Sarı Saltık, Ağuçan; Cemal Abdal, Derviş Geevr ( Derviş Beyaz), Seyid Sabun ( Seyid Safi ) gibi alevi ocakları ve bu ocaklara bağlı talipler yaşıyor. Buralardaki ocakzade pirler olsun veya onlara talip olan aileler olsun, yaşamlarının her alanına, çalışırken, konuşurken, ibadet yaparken, misafir olurken, yatarken, kalkarken yalnızca Hak deyimini kullandıklarını yaşayarak duyarak büyüdüm.Son yirmi yıldan beri alevilerin Avrupa’daki örgütlü kurumları içerisindeyim. Gerek görüştüğüm alevi ocakzade mensupları ile olsun, gerekse gidip Türkiye`de bizzat ziyaret ettiğim, Tokat Hubyar Ocağı ve Dedeleri, Merzifon’da Piri Baba Dergahı çevresindeki müritler, Karadeniz’de Güvenç Abdal Ocağı Dedeleri, Hacı Bektaş Dergahı mensupları ( Velayetin Çelebi, Dertli Divani ) Abdal Musa Dergahı mensupları olan müritler, Cogi Baba çevresindeki talipler, Kızıl Deli Sultan Ocağı talipleri, Sivas’ta Pir Sultanlılar ve görüştüğüm diğer insanlar olsun, inanç rituellerinde hep Hak deyimini kullandıklarını gördüm.Küserken Hakkı çağırarak beddua ederlerdi, barışırken Hakkı çağırarak dua ederlerdi. Vedalaşırken birbirlerini Hakka emanet ederler. Kutsal günlerinde veya herhangi bir müşkülün hal edilmesi için pirlerini çağırdıklarında pirin oturduğu döşeğe ( posta ) „Hak Döşeği” derler. Sofraya “Hak Sofrası” derler. Darda kalana, hasta olana, murad dileyene, uzak yola gidene “Hak yardım etsin.” derlerdi. Alevilerin insani kamilleri kendi aralarındaki en koyu muhabbetlerinde “Yanlış yapmayın Hak görür.“ diyerek ona göz verirlerdi, o duyar diye kulak verirlerdi, Hak vurur diye el ayak verirlerdi. Bütün bu meziyetler insanda mevcut, Hak insandadır, kamil insan sıfatında daima aramızdadır ancak can gözü açık olan onu görür, Hak senin gönlünde, Hak senin vicdanında deyimlerinden başka deyimler çok ender kullanılırdı. Köyden kentlere göçün hızlanmasıyla, aleviler metropollere yerleşmeye başladıktan sonra ve alevilerin okur yazar oranı arttıkça, alevi köylerine cami yapıldıkça, alevileri asimile etmek için devlet politikası uygulanmaya başladıktan sonra, aleviler inanç ve ibadet dilindeki, Pir, Rahper, Murşit, Hızır, Hak, Müsahip, deyimlerini yavaş yavaş terk etmeye veya çok az kullanmaya başladılar. Allah ve Tanrı deyimleri alevilerin inanç ve ibadet diline çok sonradan girmiş ve çok az kullanılır. Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmayı onur meselesi yapan Aleviler Kur-ran`ın türkçeleştirme ve ezanın türkçe okunması girişimlerinden sonra Tanrı deyimini kullanmaya başladılar. Sunni İslamın Allah ve Tanrı kavramı ile Anadolu Kızılbaş Alevilerinin Hak kavramı arasında çok büyük ve birbiriyle asla uyuşmayan farklılıklar vardır. İslam’da Allah’ı veya Tanrı’yı tarif edemezsin, onun tekliği kesin ve öylesine katıdır ki asla tartışamazsın, şekli ve görünüşü asla yoktur. Yiyip içen, evlenen, savaşan peygamberin resmini dahi çizemezsin.Aleviler Tanrın’ın özelliklerini anlatırken, gücünü ve becerisini yorumlarken hep insandan örnekler verirler ve Tanrı’ya yalnızca insan boyutuyla bakarlar. Tanrı insan suretinde vücut bulmuştur. Murşitlik makamı ( Murşitlik Postu ) Peygamber Makamıdır diye Aleviler Murşitlerini o makamda görürler. Sen ademi hakir görme Adem sulb-ü nurdur hocaŞu dünyaya gelen herkesHak indinde birdir hoca ( Derviş Kemal )Eskiden çağların değişimi yüz yılları buluyordu. Günümüzde bilim o denli hızla gelişiyor ve ilerliyor ki, çağların değişim süreci oldukça kısalmış , son yirmi ile otuz yıl içinde insanoğlu çağımıza bilim çağı damgasını vurmuş. Doğadaki her şeyin bilimsel açıklamasını yapıyor. Eski ve orta çağların yanlışlıklarını, eksikliklerini ortaya çıkarıyor.Bin yılların uygarlıklarından akıp gelerek oluşturduğu felsefik yapısıyla alevilik değişen ve gelişen çağa ayak uyduran bir inançtır. Çağların değişimiyle kendini değiştiren ve geliştiren aleviler artık “Ben insanım.” diyebiliyor. Çünkü Alevi inancında en yüce varlık insandır. Bu inancın mayası atıldığı günden beri, inanç teorisinin ana konusu hep insan olmuştur. Hayatın her alanında insana yönelmeyi ve insana hizmeti ibadet kabul ederler. Bu inanç ve ibadetin özüdür ve binlerce yıldır bu öz asla değişmemiştir. Bu özün verdiği çoşkudur ki bin yıl önce atalarımızın “Enel Hak.“ Hak bendedir ( Tanrı bendedir ) deyimi yerine, artık aleviler doğrudan “Ben insanım.” diyebilecekleri örgütlü bir yapıları ve kendilerini anlatabilecekleri bilgi ve donanımları vardır. Alevilikte insan tanrılaştırılırken veya Tanrı tarif edilirken insan suretinde vücut bulduğu bütün Alevi Uluları’nın ortak beyanıdır.Çok cehd idub istedüm Yirü göki aradumHiç mekanda bulamadımBuldum insan içinde ( Yunus )Sunni islama göre ise insan yalnız kuldur, Tanrı ile boy ölçüşmek en büyük şirktir. Allah karşısında insanın hiç bir gücü olamaz. İnsanın alın yazısını yazanda odur. Ölünce sorgulayan odur. Cennet ve cehennemi vardır. İbadet ona olan borçtur, bu borcun mutlaka yerine getirilmesi gerekir ancak bu şekilde kulu yaratan Allah’a minnet borcu ödenir.Alevi Kızılbaş inancında insan, bütün faaliyetlerin ve eylemlerin odak noktasıdır. Temel amaç gaye insandır ve insan mutluluğudur. Bilinmeyen, gözle görünmeyen, elle tutulmayana karşı kendini borçlu hissetmez. ( Ben görmedi- ğim Tanrı’ya ibadet etmem , Hz. Ali ) İnsan taşıdığı öz ( can ) itibariyle tanrısal kaynaktan gelir.Evvel benem ahir benemCanlara can olan benem ( Yunus )İnsan çağların akışı içerisinde değiştikçe, bilgisi ve birikimi arttıkça, olaylara ve inançlara karşıda yorum ve anlatımları değişiyor. Bu insanın doğasında olan bir olaydır. Çağdaş uygarlığın yürü dediği yerde inancın dur demesi pek etkili olmuyor. Bir inanç ne denli güçlü olursa olsun uygarlığın gelişimi karşısında yaşama, direnme gibi girişimlerini uzun boylu sürdüremez. Kızılbaş alevilerde insan tarifi ve insan gerçekliği islamdan binlerce yıl öncelere dayanır. Alevilikte vahdet-i vücut düşüncesi aleviliğin Tanrı konusundaki temel düşüncesidir. Vahdet-i vücut, Tanrı ile insanın birleşmesidir. İkisinin bir arada telafuz edilmesidir. Vahdet-i vücut görüşünde Tanrı ile insan arasında senlik benlik yoktur. Birlik vardır. İnsan ile Tanrı’nın bir olduğu kabul edildiği için, insanın konuşması Tanrı’nın kelamı olarak görülür. Konuşan Kuran ( Kuran-ı natık ) deyimi alevilikte sıkça kullanılır. Konuşan Kuran insan dilidir. Kamil insanın ( Pir, Murşit, Evliya ) konuştukları Kur-ran hükmünde olduğu kabul edilir.Alevilikte Hac insan gönlü almadır. Tanrı’nın mekan tuttuğu yer yalnızca insan gönlüdür. Alevilikte niyaz vardır. Tanrı insanı kendi nurundan yarattığına inanıldığı için, taşa toprağa değil insana niyaz edilmesi kabul edilmiştir. Alevilikte bütün muhabbetler yapılırken ve inanç rituelleri yerine getirilirken cemal cemale yapılır. İnsanın özünde Tanrı varlığı yatıyor onun için bütün niyazlaşmalar ( islamın şeriat anlayışına karşılık ) insan yüzüne karşı yapılır. Şeriatçılar ibadetlerinde kıbleye dönüyorlar, alevilerde muhabbetlerinde ve ibadetlerinde insana dönerler.Kızılbaş-alevi inancında insan Tanrı’nın tüm özelliklerini üzerinde taşır. Akıl, fikir, zevk, mutluluk, güzellik, hayattaki her şey tanrısal bir özelliktir. Değerler yaratan toplumsal ve tarihsel bir varlıktır insan. Doğanın ürünü olan başka varlıklarının hiç birinde bu nitelikler bulunmaz. Alevilikte ön ve son yoktur. Her şey devam halinde ve sonsuzdur. Alevilikteki bu görüş diyalektik materyalizmin, “Hiç bir şey ne yoktan var, ne vardan yok olur.” kuralını içinde barındırır. Miskin Hallac-ı Mansur Enel Hak diye çağırırBile dara çekilip ol oda yanan benim ( Şeyhoğlu Satu )Hallac-ı Mansur kızılbaş alevilerin inancındaki Tanrı insan görüşünü net bir şekilde ortaya koyan en korkusuz insandır. Daha çok önceleri “ Görmediğim Tanrı’ya tapmam.” diyen Hz.Ali’nin bu sözü çok uzun zaman alevi inancının kadim dervişleri tarafından halk içinde bazen açık, bazen gizli işlenerek olgunlaştırılmıştır. Alevilerin yukarıdaki bu deyimi sahiplenmeleri ve ona kutsallık yüklemeleri Hallac’ın “ Enel Hak “ diye haykırmasıyla oldu. Bu görüş kısa sürede bütün kızılbaş aleviler tarafından hiç bir şüpheye meydan vermemek üzere kabul gördü ve inançta en kutsal yerine oturtuldu. Bu görüş alevilerin yalnız inanç ve ibadetlerinde değil, alevilerin evrendeki bütün varlıklara yönelik görüşleri bu anlayış doğrultusunda yeni ifadeler buldu.Her yeni ve doğru fikrin bir bedeli vardır. Hallac bu bedeli canıyla veren ve Anadolu Alevilerinin inancında Tanrı insan görüşünün Piri olarak en yüce burca oturan kişidir.Alevilerin bedel ödeyerek savunup günümüze kadar getirdikleri bu yüce zatların görüşleri ne yazık ki aleviyim diyen bazı dönekler tarafından yok sayılmaktadır ve aleviliği şeriatçı bir çizgiye götürme gayretleri içerisindedirler.Alevi toplumunun örgütlü genç kusağında zuhur eden Hallac’ın direngen ruhu hiç bir tereddüde yer vermemek üzere onun bin yıldır savunulan görüşlerini sahiplenerek, bu şeriat özlemcisi türk islam sentezcilerine bu firsatı vermeyecektir.Hallac`tan sonra aleviler için söyledikleri bir kanun olan Seyid Nesimi alevilerin Yedi Ulular’ı içerisindedir. Mücadeleci ve fikirlerinden asla taviz vermeyen bu yüce zat derisini yüzdürmekten çekinmeyerek şeriatçıların tanrısını doğrudan doğruya red etmiştir.Ey beni na-hak diyenlerKandedir beş yaradanGel getir ispatın etKimdir bu şeyni yaradan ( Nesimi ) Şeriatçıların savundukları Tanrı anlayışına karşı o feodal dönemde cahilliğin ve şeriatın kol gezdiği ortamda Seyid Nesimi çıkıyor Tanrı’yı savunanları ispata çağırıyor. Aleviler bu korkusuz dervişi bağırlarına basıp onu ulu bilmişler ve darına durmuşlar.Şeyh Bedrettin Anadolu Alevileri için çok büyük bir değerdir. Alevi önderleri arasında büyük bir yeri vardır. Bedrettin Tanrı insan konusunda kendisinden öncekilerle gönül köprüsü kurduğu gibi, kendisinden sonrakilere de bir mesas veriyor. “Hakka erişmek insanın saf varlığına erişmektir” diyor. Çok açık ve yalın bir şekilde aleviliğin Tanrı görüşünü ortaya koyuyor. Alevilerin Tanrı ve insan görüşü en iyi ve çıplak bir şekilde alevi pirlerinin dua ve gülbenklerinde kendisini gösterir. Bütün gülbenklerin ortak yanı yardım istenenin insan olmasıdır. Gülbenklerde üçler, beşler, yediler, kırklar ve alevi dergah sahipleri, Hacı Bektaşi Veli ve diğer ocakzadelerden yardım istenir.Hiç bir gülbenk yoktur ki, şeriatçıların Tanrılar’ından yardım istensin böyle bir şey asla görülmüyor. İnsanlara yardım edecek güç yine insandır.Dualar böyle diye alevilik böyle olmadı. Alevilikteki inanç ve ibadetin özü böyle olduğu için bu şekilde dua ediliyor. Bir şeriatçı hiç bir zaman insan ismi anarak dua etmez. Alevilerde her şeyin başında insan geldiği için, dualarda , beddualarda ve yeminlerin hemen hepsinde erdemli insan unsuru ön plandadır. Asırlar boyunca alevilik gibi yüce bir inancın temel düsturlarını belirleyenler bu yol ve erkanın serden geçtiği korkusuz önderleridir. Kendilerinden sonra gelen anadolu kızılbaş dervişleri bu ocakların çırasını yanık tutarak söndürmemişler. Pirlerine verdikleri ikrarda sadık kalarak, yeni yeni görüşlerle besleyip Anadolu’da bir deryaya dönüştürdükleri bu inancın bütün gönüldaşlarına aşk-ı niyaz ederim.
Hasan Kılavuz

15 Eylül 2009 Salı

ÖFKE HÜZÜN GURUR

ÖFKE, HÜZÜN, GURUR…
/ 15 Eylül 2009

Memleketin ezici çoğunluğuna, ne yazık ki, unutturuldu 12 Eylül. Şimdi müthiş darbesavar, liberal ve demokrat kalemleri medyanın, bu unutturma işi için epey emek harcadılar! Ancak; unutmayanlar, etlerinde kemiklerinde hissettikleri için asla unutamayacak olanlar ve unutturmamaya yeminli olanlar da var 12 Eylül’ü!Etlerinde ve kemiklerinde cop darbesi, tazyikli soğuk su işkencesi, elektrik akımı ve nihayet boyunlarında urgan olarak hissedenler 12 Eylül’ü, tabii öfke ile anımsıyorlar. Öfkeyi ilkel bir intikam duygusuna teslim etmeden kimileri, bu memleket böyle şeyleri bir daha asla yaşamasın diye, o gün yaşananları unutturmamak için çırpınıp duruyorlar.Dostluk Yardımlaşma Vakfı, bu yıl, son derece nesnel ve çarpıcı bir belgeselle hakkını verdi unutturmama çabalarının. 12 Eylül günü, Ankara’da bir salonu dolduran yüzlerce insan; genç-yaşlı, kadın-erkek, gözyaşlarıyla izledi belgeseli.Belgesel müthişti. Ama o salonu farklı kılan 1.5 yıllık bir emeğin ürünü olan belgeselin izlenmesi değildi yalnızca. Bir başka “ilk” yaşandı o gün. 12 Eylül’ün evlatlarını astığı anneler, kardeşlerini astığı ablalar, abilerini astığı kardeşler de vardı salonda. Ve hüzün… Darbeyle canı en fazla yanan bu insanlarla birlikte salona dolan müthiş bir hüzün…Darbe günlerinde ve sonrasında hep itilip kakılmış o insanlar; anneler, ablalar, kardeşler, unutturulmak istenen canlarının unutulmadığını gördüler. Belki de ilk kez onca yıl sonra, yüksekten bakıp bir salona, onlara evlatları gibi bakan yüzler gördüler yüzlerce. Elleri öpüldü. Bu halk, bizler, 12 Eylül’ün sizden çaldığı evladınızı, kardeşinizi unutmadı, unutmadık denildi. 29 yıl önce çaresizce açılan ellere, evlatlarıyla duydukları gururu taçlandıran plaketler verildi.Bir ana, derinden gelen sesiyle, “Oğlum ölmedi, o ölmedi, yaşıyor” dedi, ilk kez bir salona bakarak ve 12 Eylül’ün astığı evladının yaşadığını görerek.Bir avukat, asılırken “Biz bu anın tanığıyız. Sizi ne unutur, ne unuttururuz” dediği gençlere verdiği sözün tutulduğunu gördü o salonda.Ben bütün bunların bir parçası olduğum için gurur duydum! Salondaki herkesin dilinde, kimilerinin elinde olan bir gazetenin parçası olduğum için de gurur duydum.Sonra Dostluk Yardımlaşma Vakfı Başkanı Cahit Akçam çıktı kürsüye. “BirGün tarihi bir yayın yaptı bugün” diye başladı sözlerine. “Bugün BirGün okuyanlar yalnızca 12 Eylül’ü yapanların değil, aynı zamanda onlara yalakalık yapanların da gün yüzüne çıkarıldığını görecekler. Bugünkü BirGün çok önemli bir gazetecilik olayıdır” diye devam etti.Vakıf, 12 Eylül belgeselini “unutmaya ve unutturmaya karşı insani bir başkaldırı, unutturmak isteyenlere de bir şamar olarak” yapmıştı. Vakfın kendisi ise dayanışmayı, yardımlaşmayı unut, “tek başınasın, gemisini kurtaran kaptan” diyen 12 Eylül zihniyetinin kendisine bir başkaldırıydı.O 12 Eylül ki, yalnızca işkenceyle, idamla sınırlamadı misyonunu. 24 Ocak kararlarının yolunu döşedi. Örgütlenmeyi, sendikayı yok edip, piyasayı tanrı mertebesine yükselten sistemin ve anlayışın önünü açtı. Kapitalizmin en vahşi halini buyur etti memlekete.O kapitalizm ki, insanı, insanlığı öldürdü! Piyasanın ve piyasacıların kâbesi ABD’ye baksanıza bir. 2 milyon insan, 2 milyonu da beyaz, vicdanı para olmuş sağlık ve sigorta lobilerinin gazıyla sokaklara dökülüp, 30 milyon vatandaşları için “paraları yoksa ölsünler” diye bas bas bağırıyorlar. “Bizim vergilerimizi yoksulların sağlığına harcayamazsınız” diyorlar. İşte, kapitalizmin en liberal, en mükemmel halinin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının resmi!Bu da utançtır, başlığa yazmadığım!

5 Eylül 2009 Cumartesi

GENEL KURUL

CANLAR

VAKFIMIZIN GENEL KURULU 13 EYLÜL 2009 TARİHİNDE SAAT 13.00 DE VAKFIMIZ KÜLTÜR SALONUNDA YAPILACAKTIR.TÜM DOSTLARIMIZIN ÖNERİLERİNİ DİNLEMEK VE ONLARDAN ALDIĞIMIZ GÜÇ İLE YENİ DÖNEMDE MÜCADELEMİZE DEVAM ETMEK İSTİYORUZ.BUNUN İÇİN MUTLAKA KATILIMLARINIZI BEKLİYORUZ.


SAYGILARIMIZLA



MANİSA HACI BEKTAŞ VELİ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI

YÖNETİM KURULU

24 Haziran 2009 Çarşamba

SİVAS ŞEHİTLERİNİ ANIYORUZ

Bilim Adamları ve Yazarları Vurdular.Milletvekili ve Gazetecileri Parçaladılar Şairleri,ve
Semah Dönenleri Yaktılar Kimin Yaptığını Düşündünüz En Sonunda Kapınızı ÇALACAKLAR

Size kendinizden başka yardım edecek kimse KALMAYACAK Sahipsiz kalmamak için

ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE KATILALIM.

ADRES :HAFSA SULTAN MAH.4814 SOK.NO.10 MANİSA

TARİH:02.07.2009

SAAT :20.00

26 Mayıs 2009 Salı

ALEVİLERİN TALEPLERİ

Toplantıya davet edilen en büyük Alevi örgütü olan ALEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU'nun başlıca talepleri ise şunlar:
*Alevi kimliğini resmen tanınmalıdır.
* Türkiye gerçekten laik bir ülke olmalıdır. Devlet din içinde değil, din dışında kalmalıdır.
* Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Çünkü laiklik ilkesi ihlali olan bu kurum gericiliği ve siyasal islamı besliyor.
* Zorunlu Din Dersleri Kaldırılmalıdır. Çünkü Alevi çocukları ve diğer farklı inanç sahibi çocuklara zorla Sünnilik eğitimi almak istemiyor. AİHM kararı bunu bir insan hakları ihlali olarak karara bağlamıştır
* Alevi köylerine cami yaptırma politikalarından vazgeçilmelidir. Bugüne kadar yapılan camiler derhal bir kararname ile cemevine çevrilmeli ve bu köylerdeki imamlar derhal geri çağrılmalıdır.
* Cemevlerimize derhal "ibadet yeri" statüsü verilmelidir. Bu yıllardır gasp edilmiş bir haktır. Derhal düzeltilmesi gerekir.
* Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi tamamen çıkartılmalıdır. Çünkü bu uygulama ayrımcılık üretmekte olup, Yasalarla bireylere dinsel kanaatlerini açıklama zorunluluğunun getirilmesi, din ve inanç özgürlüğünün özünü zedelemektedir.
* Radyo ve televizyonlardaki tek yanlı yayınlara son verilmelidir. Tek yanlı yayınlar, “ötekiler” yaratarak, egemen dinin sosyal baskı mekanizmalarını üreterek, farklı olanlarını kendisini tanıtmasını kamu hizmeti adına engellemektedir.
* Ders kitapları, sözlükler, ansiklopediler ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplardaki, Aleviliği aşağılayan; tanımlamalar düzeltilmelidir.
* Basın ve yayın organları, dinsel hoşgörüsüzlüğü kışkırtan haber ve yayınları engellemek için öz denetim mekanizmalarını işletmelidir.
* Hacı Bektaş Dergahı’nın Yönetim ve Bakımı Alevilerin kurumlarına ya da yerel yönetime bırakılmalıdır.
* Alevilere karşı yapılan ayırımcılık ve haksızlık derhal düzeltilmelidir. Kanunlarda ve yasalardaki tüm ayrımcılık içeren maddeleri ayıklanmalıdır.
* Alevi eşitlik haklarından yararlanmak istiyorlar. Bu nedenle yasalar ve uygulamasında fiili eşitlik yaratılmalıdır.
* Uluslararası belgelere, insan haklarına ve temel özgürlüklere dayalı, bir toplumsal mutabakat sözleşmesi olan eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı ve çoğulculuğu esas alan demokratik bir Anayasa istemektedirler.
* Alevi kimliğinin tanınmasını, kendi özgünlüklerini yaşamak ve kendilerini , kendileri tanımlamak istiyorlar.
* Devlet “Alevilik” hakkında tanım getirmek ve Aleviliği devletleştirme projesinden vazgeçmelidir.
* Madımak Oteli Müze olmalıdır.
3 Haziran 2009 tarihinde ve basına kapalı olarak gerçekleştirilcek Çalıştay'ın 4 Haziran Pazar günüde devam etmesi bekleniyor

11 Mayıs 2009 Pazartesi

DENİZ OLUNMALI


Yüce dağların başına düşen kar, yaylalara, ovalara, ormanlara yağan yağmur; dere olur, göl olur, ırmak olur, sel olur, yeri gelir coşar, yeri gelir dinlenir, büyüye büyüye denize ulaşır. Doğduğu yerden her bir dere, denize ulaşıncaya kadar kaç dil konuşur, kaç çocuk büyütür, kaç tarla sular, kaç uygarlığa analık eder?.. Ve elbette her bir dere ne kadar çok şey öğrenir yol boyu. Tarih olur, halk olur, bilge olur. Deniz bilgelerin toplandığı yerdir. Yeni bir yaşamın kaynağı. Herkese yer vardır denizde. Yüzlerce ırmağın taşıdığı, binlerce yeni yaşam.
Güneş vurur, buhar olur, yeniden kar, yeniden yağmur.
Devinim sürer gider.
Böyle böyle bilge olunur.
Önceki gün Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’ndaydık.
Denizler asılalı otuz yedi yıl olmuş.
Dile kolay; o gün doğanlar, bugün otuz yedi yaşındalar. Denizlerin arkadaşları altmışlı yaşlarda.
Denizlerin arkadaşlarını görüyorum. Saçları dökülmüş, sakalları ağarmış, yüzleri kırışmış... Ama ne ilginç, hâlâ Denizlerin yaşındalar. Aynı heyecanı, aynı kararlılığı, aynı inancı taşıyorlar...
Gençleri görüyorum; ellerinde çiçekler, bayraklar, ‘68’in şarkılarını söylüyorlar. Denizlerin çocukları, okul giysileriyle gelmişler. Belli, dersten kaçmışlar bugün... Başka bir sınıfa, başka bir derse, başka bir öğretmene gelmişler. Öylesine sevimliler ve de öylesine mutlular ki...
Devrimci 78’liler adına Ruşen Sümbüloğlu okuyor ortak metni. 6. Filo’yu anımsatıyor. Dinleyenler sloganlarla, zılgıtlarla yanıt veriyor.
Denizlerin o günlerden bugünlere arkadaşı Mustafa Yalçıner konuşuyor. Nasıl Deniz olunabileceğini anlatıyor. CHP’lileri ve DTP’lileri, Kürtleri, Türkleri, Alevileri, Sünnileri anımsatıyor. Deniz’in nasıl herkesi çevresinde birleştirdiği gerçeğinin altını çiziyor. Her dilden, her inançtan, her siyasi kesimden, her kuşaktan binlerce insanı bir araya getirebilmek için Deniz olmak gerektiğini anlatıyor. “Deniz olun, Deniz olalım” diyor. Deniz’in son sözlerini anımsatıyor. Dersten kaçmış okul çocuklarına bu dersi anlatıyor.
Halit Çelenk, o geceyi ve önceki günleri anlatıyor.
Bir kez daha öğreniyoruz olup biteni. Dişlerimizi, yumruklarımızı sıkıyoruz. Heyecanımız yüzümüze yansıyor. Böylesi yoldaşlarımız, önderlerimiz, arkadaşlarımız olduğu için gurur duyuyoruz.
Yüce dağlar başına düşen kar, ormana yağan yağmur, denize ulaştığında artık bilge olmuş olan nehir... Yeni yaşamlar, gençler, mektepliler... Ve başlarında bir bilge Alaattin Bilgi.
Deniz olmak böyle bir şey!..

9 Mayıs 2009 Cumartesi


ANNELER GÜNÜ

Bu güzel gün sizlere kutlu olsun
Saygı duyar ellerinden öperiz
Ömrün başarılı hep mutlu olsun
Sizi canımızdan pek çok severiz

Cennet sizin ayağınız altında
Kalbiniz pak değeriniz Altın'da
Soyun huride tacın sultanda
Size sağlık mutluluklar dileriz

Mayısın ikinci pazarı bugün
Sanki de bir bayram yada bir düğün
Ne güzel Anasın bununla övün
Siz gülünce inan biz de güleriz

En güzel hediyen gül'le öpücük
Kin tutmadan atarsın ki gülücük
Gözünde evladın olur biricik
Sizler için canı feda ederiz

Nevzat'ın Anneler Gününü kutlar
Bağrına basıp da gül gibi koklar
Annenin dua'sı evladı saklar
Sizlerin hakkını nasıl öderiz.

Nevzat ÖZDEMİR /MALATYA

22 Nisan 2009 Çarşamba



ONİKİ İMAMLAR

Hazreti Ali'dir İmamlar başı
Hasan'dır evladı canı yoldaşı
Hüseyin'in kafir kestiki başı
Yanarım,yanarım bende yanarım
Resul-lü Ekreme bunu sorarım

İmam Zeynel'inde sırrına erdim
Muhammed Bakırı rüyada gördüm
İmam Cafer'inde yoluna girdim
Yanarım,yanarım bende ynarım
Resul-lü Ekreme bunu sorarım

Musa'yı Kazım'dır canım cananım
İmam Ali Rıza kolum kanadım
Muhammed Taki'dir şahım,sultanım
Yanarım,yanarım bende yanarım
Resul-lü Ekreme bunu sorarım

Ali Naki Muhammed'in soyundan
Hasan Ül Askeri onun huyundan
Mehdi'yı Sayip de gelir sonundan
Yanarım yanarım bende yanarım
Resul-lü Ekreme bunnu sorarım

Nevzat Oniki imamlar yolunda
Hesap verir Nesimi'nin darında
Varmıdır ki şiddet-cebir Kuran'da
Yanarım yanarım bende yanarım
Resul-lü Ekreme bunu sorarım

Nevzat ÖZDEMİR / MALATYA

18 Nisan 2009 Cumartesi

TÜRKİYEYE SOL GEREK

TÜRKİYE’YE SOL GEREK
/
‘Ne darbe ne şeriat’ diyen Prof. Türkan Saylan’ın hem de hukuk adına Veli Küçük gibi ‘faili meçhul cinayetlerle’ adı özdeşleşen kişilerle aynı iddianamede anılmaması için Türkiye’ye sol gerek!Adı 1978 Balgat, Bahçelievler ve Maraş katliamları ile bütünleşen bir kişinin ‘ulusal kahraman’ ilan edilecek aşamaya gelmemesi için Türkiye’ye sol gerek!12 Mart, 12 Eylül gibi darbeleri yapmış olmasına rağmen, sanki bunlar olmamış gibi, özeleştiri yapmadan herkese demokrasi dersi vermeye kalkan bir Genelkurmay Başkanı olmaması için Türkiye’ye sol gerek!12 Eylül generalleri orta yerde durur iken, palavradan darbe karşıtı söylemler gerçekleştirmek yerine, 27 yıldır kaldırılmayan geçici 15. Maddenin kaldırılabileceğini ve generallerin de yargılanabileceğini göstermek için Türkiye’ye sol gerek! Bugüne kadar işlenmiş bütün siyasi cinayetlerin ve katliamların ‘faili meçhul cinayet’ olmaktan çıkarak ‘faili belli’ olmasının mümkün olduğunu göstermek için Türkiye’ye sol gerek!‘Baba beni okula gönder’ kampanyaları yerine ‘Deniz Feneri’ başta olmak üzere yüzlerce yolsuzluk dosyasının nasıl deşifre edileceğinin ve yolsuzluk yapan bütün kurum ve kişilerin nasıl cezalandırılacağını görmek için Türkiye’ye sol gerek!Daha 25 yıl önce ‘Kürt ismi kırt kart seslerinden türemiştir’ diyerek bunları yıllarca savunanların arkasından da sanki bu tezi kendileri üretmemiş gibi Kürt meselesinde ahkam kesmemeleri için Türkiye’ye sol gerek!Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin temsilcileri parlamentoda iken, onlarla tokalaşmayıp, çözüm için onlarla oturup konuşma yerine, gerçeklerden kaçarak uçakla binlerce mil yapıp Bağdat ve Kerkük’te yaşayan Kürt yöneticilerle konuşmak ve ‘çözümü dışarıda aramamak’ için Türkiye’ye sol gerek! Türkiye’de farklı kimliklerin, kültürlerin ve inançların olduğunu kabul etmenin, ayrışmayı değil, daha sağlıklı ve eşit koşullarda yan yana yaşamayı sağlayacağını göstermek için Türkiye’ye sol gerek!12 Eylül hukukunun yarattığı Anayasası’nın ve en önemlisi onun ruhunun ortadan kaldırılabilmesi ve demokratik, laik bir Türkiye’nin önünün açılabilmesi için Türkiye’ye sol gerek! Seçim sisteminin ve siyasi partiler yasasının değiştirilebilmesi için Türkiye’ye sol gerek!Yasama, yürütme ve yargı arasında güçler ayrılığının ve bağımsızlığının uygulanabilir olduğunu göstermek, başı sıkışanın yasal olmayan mecralar yerine yasalara sığındığı, yargıcının vereceği kararın hukuki olacağını, emniyet güçlerine de güvenilebileceğini göstermek için Türkiye’ye sol gerek!İşçilerin, emekçilerin taleplerine çözüm bulabilmek, halktan yana bir ekonomik program için Türkiye’ye sol gerek!Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yaşanan tahribatları gidermek, bu alanlarda halktan yana alternatif politikalar üretmek, yoksulluğu ortadan kaldırmak için Türkiye’ye sol gerek!Diyanet işleri Başkanlığı, Kuran Kursları, zorunlu din dersleri gibi resmi politikalarla toplumun dokusunu değiştiren, siyasal İslam lehine toplumu muhafazakarlaştıran ve farklılıkları ortadan kaldıran politikaları değiştirebilmek için Türkiye’ye sol gerek!Kendisine benzemeyeni, kendisi gibi inanmayanı, kendisi gibi kültürel özellikleri olmayanı dışlayarak, çoğunluk avantajını da kullanarak baskı altına alarak kültürel, inançsal ve etnik alanlarda tek tipliği yaratan politikalara karşı ırkçılığın ve ayrımcılığın cezalandırılabilir olduğunu göstermek için Türkiye’ye sol gerek!Eğitim, sağlık ve enerji gibi alanlarında özelleştirme yapılmadan da kamu yararına adım atılacağını göstermek, madenlerin, limanların ve tarımın Türkiye için yararlı kulanılabileceğini göstermek için Türkiye’ye sol gerek! NATO’ya karşı sahte çıkışlar yerine ‘6. Filo’dan kurtulmanın’ mümkün olduğunu göstermek için Türkiye’ye sol gerek!Üniversitelerin kurumsal olarak özerk, eğitim olarak özgür olabileceğini gösterebilmek için Türkiye’ye sol gerek!Diyanete ve savunmaya milyar dolar ayrılmadığında dinin elden gitmediğini, ülkenin işgal edilmediğini, tersine buralara ayrılan devasa bütçelerin eğitimde kullanılarak, eğitim seferberliği ile Türkiye’nin uluslararası standarlarda başarı hanesinin nasıl yükselebileceğini göstermek için Türkiye’ye sol gerek!Kürt, Alevi, Ermeni, MGK, Ordu, Diyanet, YÖK, Kıbrıs, AB gibi konularda bugüne kadarki statükocu anlayışların değişmesi için yapılan tartışmaların, ülkeyi bölmeyeceğinin, ülkenin dış mihraklara peşkeş çekilmeyeceğinin görülebilmesi için Türkiye’ye sol gerek!Farklı inançlara, örneğin Alevilere eşit yurttaşlık hakkı tanımanın, Alevilere yönelik ayrımcı ve önyargılı yaklaşımları ortadan kaldırmanın ayrılığı değil, birliği geliştirdiğini görmek için Türkiye’ye sol gerek!Cemevlerini aynen, Cami, Kilise, Havra, Sinagog, Mescit gibi bir inanç merkezi olarak kabul edilmesinin, sorun yaratıcı değil, sorun çözücü olduğunu göstermek için Türkiye’ye sol gerek!Maraş veya Madımak katliamları gibi Türkiye’nin ayıbı olan katliamları teşhir etmenin, bu tür katliamlar bir kez daha olmasın diye müzeler açmanın, belgeseller yapmanın, broşürler çıkarmanın ayrılıkları ve düşmanlıkları körüklemek yerine toplumda utanma duygusunu artırarak, toplumsal vicdanı yeniden ayakları üzerine oturtabilmesi için Türkiye’ye sol gerek!Cemaate ve dayıya ihtiyaç hissetmeden okuyabilen ve yeteneğiyle iş bulabilen, kariyer yapabilen, sorgulayan ama aynı zamanda da uygulayabilen bir gençliğin olduğunu göstermek için Türkiye’ye sol gerek!Dayanışmanın, yardımlaşmanın, imecenin önemli toplumsal değerler olduğunu yeniden göstermek ve üstelik bunlar uygulandığında hayatın daha da anlamlı olabileceğini göstermek için Türkiye’ye sol gerek!